Bütçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bütçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2010 Salı

Mali disipline yönelik endişeli bekleyişin sonu mu?...

Anayasa değişiklikleri için gerçekleştirilen referandumun teknik içeriği nedeni ile hükümet için bir güvenoyu yoklamasına dönüşmesi baştan beri muhalefetin en önemli stratejisi ve umuduydu. Bir kaç madde dışında kimsenin karşı çıkmayacağı, hatta Anayasa Mahkemesi’nden de ciddi bir veto yemeyen anayasa değişikliklerine yönelik referandumda, ancak böylesi bir cepheleşmede “hayır” oylarının ağır basması beklenebilirdi. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Böylece az farklı “evet” veya “hayır” sonuçlarında olası görülen, hükümetin daha popülist yaklaşımlara yani mali disiplini olumsuz etkileyecek kararlara yönelmesi riski, bayağı azaldı. Buna karşılık, farklı “evet” durumunda bahsedilen erken seçim senaryosu ise önümüzdeki günlerde yapılacak açıklamalara bağlı olacaktır. Şu anda en güçlü olasılık, Temmuz 2011 olarak görülen seçim tarihini Nisan veya Mayıs aylarına çekmek gibi görünüyor. Herhalde bu tarihe erken seçim demek uygun olmaz ve ekonomi açısından belirsizliklerin uzamasından daha hayırlı olur. Bu tespitleri yaptıktan sonra haftanın önemli veri açıklamalarına yönelik beklentilerimi aktarmak istiyorum.

Birinci önemli veri, bugün açıklanacak olan ikinci çeyrek GSYH artışı olacak. Piyasadaki ortalama beklenti % 8.5 düzeyinde, ben % 9.2 ile biraz daha yüksek gerçekleşmesini bekliyorum. Bu civardaki bir gerçekleşme 2010 yılı büyümesinin % 6’nın bayağı üzerinde gerçekleşmesini neredeyse garanti edecektir. Ancak, takip eden dönemde büyüme hızının gerilemesini de beklemekteyim. GSYH yıllık artışının üçüncü çeyrekte % 5-6, son çeyrekte ise % 3-4 aralığına gerilemesini normal göreceğim, bunun ötesindeki bir düşüş büyüme ivmesinin alarm verici boyutta yavaşladığını düşündürecektir.

Haftanın ikinci önemli verisi ise, mali tatil nedeniyle iki aydır açıklanmayan bütçe gerçekleşmeleri olacaktır. Açıklanan son veri olan Haziran ayında, bütçe ve faiz dışı denge görünümünde olumsuz gelişmeler vardı. Yeni veri bu eğilimin devam edip etmediğini ortaya koyacak. Bu veriye yönelik endişeli bekleyişe bir son verelim. Daha önce açıklanan Hazine’nin nakit bazlı bütçe gerçekleşmelerinden hareketle Maliye’nin açıklayacağı bütçe verilerine yönelik hesaplamalar, Haziran’daki kötüleşmenin geçici olduğunu Temmuz-Ağustos döneminde iyileşme trendine geri dönüldüğünü yansıtmaktadır. Buna göre, son 12 aylık kümülatif bütçe açığı Haziran sonunda 44.4 mlr TL iken, Ağustos sonunda 35 mlr TL’ye, faiz dışı fazla ise 9.1 mlr TL’den 12.6 mlr TL’ye iyileşmiş görünmektedir.

Öte yandan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in son açıklamaları, Orta Vadeli Program’da belirlenen hedeflere sadık kalınacağı yönündedir. Şimşek’in ''.....bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 4,9 olacak diye bir taahhütte bulunduk. Bu sene o açığı o seviyede tutturmak için gereken çabayı göstereceğiz” şeklindeki değerlendirmesi buna bir örnektir. Ancak, Ağustos itibariyle bütçe dengesi için yukarıda bahsettiği tahmin milli gelire oranla % 3.3 açık seviyesindedir ki, bu doğrultuda, 2010 için % 4.9’luk hedef ile birlikte düşünüldüğünde, harcamalar veya gelir azaltıcı politikalar için 1.6 puanlık alan (17 mlr TL) olduğu sonucuna varılabilir. Yani Haziran-Ağustos arasında bütçede elde edilen ek iyileşme, harcamaya dönüştürülebilecek kaynakların da arttığı anlamına gelmektedir ve Şimşek’in “hedeflere sadık kalacağız” açıklaması bulunulan nokta dikkate alındığında, bugüne göre bir iyileşmeye değil kötüleşmeye işaret etmektedir. Ayrıca, elde edilen bu performansın tasarruf edilmeyeceği yönündeki haberler önümüzdeki dönem performansı açısından belirsizlik yaratmakta, bu süreçte zaten fazla bir iyileşme göstermeyen faiz dışı harcamalarda daha fazla artışın habercisi olmaktadır. Bu kapsamda, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “Türkiye’nin borç stokunun milli gelire oranı düşüş trendindeyse, bütçe açığının milli gelire oranı makul bir seviyeye çekiliyorsa ve Türkiye’nin de ciddi yatırım ihtiyacı varsa (eğitim, yatırım, AR-GE gibi) orada bir dengenin kurulması yararlı; ek imkanların bunlara yönlendirilmesini yanlış bulmuyorum...” açıklaması, bu yöndeki sinyaller arasında sayılabilir.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Mali kural yoksa Merkez Bankası ne yapar?...

Mali kuralın 2011 yılı bütçesine uygulanmayacağı haberini önceki yazıda değerlendirmeye başlamış ve Merkez Bankası’nın, maliye politikasına ilişkin gelişmeleri yakından takip ettiğini, bütçe gelirlerinin tahmin edilenin belirgin olarak üzerinde gerçekleşmesi ile ortaya çıkan bu mali alanın harcama artışına dönüşmeyip ağırlıklı olarak kamu borcunun azaltılmasında kullanılması gerektiğini belirttiğini, başta mali kuralın yasalaşması ve uygulanmaya başlaması olmak üzere mali disiplinin kurumsal ve yapısal iyileştirmeler yoluyla sağlanmasının tahmin ufku boyunca politika faizinin tek hanede kalmasını mümkün kılacağını vurguladığını aktarmıştım. Yine de, bu gelişmelerin Merkez Bankası’nın mevcut parasal duruşunda bir değişiklik getireceğini söylemek kolay değildir. Banka’nın kriz sırasında bütçe dengelerinde gözlenen büyük sapmalara vermediği tepkiyi bu kez verip vermeyeceği dışarıdan bakılarak öngörülecek bir şeye benzememektedir. Olası bir senaryo, Banka’nın, ilk aşamada beklenenden yüksek bütçe gelirleri ile oluşan imkanın nasıl kullanılacağını izlemeye devam edeceğini belirtmesi şeklinde olabilir. Ayrıca, bu çizgiyi seçerse daha sonra 2011 yılı bütçesinin OVP’de daha önce açıklanan tabloya uygun olarak hazırlanmasını da yeterli gördüğünü söyleyebilir, son tahlilde ise “mali kural olsa iyi olurdu ama uygulama daha önemli” de diyebilir.

Biz ekonomistlerin de şu anda yapabileceği en iyi şey, bir yandan bütçedeki mevcut eğilimleri yakından izlemek bir yandan da 17 Ekim’de TBMM’ye sunulması gereken 2011 yılı bütçe büyüklüklerini ve öncesinde (Eylül’de) yeni OVP’nin 2010-12 dönemi için içereceği bütçe tahminlerini incelemektir. Haziran sonu itibarı ile bütçe gerçekleşmelerine bakıldığında, trend açısından en iyi gösterge olan son 12 aylık bütçe açığının GSYH’ya oranının Maliye tanımlı verilerde % 4.3’e gerilediği, faiz dışı dengenin ise % 0.9 fazla verdiği (IMF tanımlı verilerde % 0.5 açık) izlenmektedir. Bu ise, bütçe dengesinde yılın kalan aylarında geçen yıla göre hiçbir iyileşme olmasa bile OVP’deki % 4.9’luk açık hedefinin belirgin olarak altında kalınacağına işaret ediyor. Benim tahminim, bütçeye ek harcama yükleri getirilmezse, bütçe açığının yılı GSYH’ya oranla % 3.7 düzeyinde kapaması yönündedir. Bir başka deyişle, hedefin tutturulması veya yukarıda bahsettiğimiz seviyelerin üzerine çıkılması gibi bir gelişme, ikinci yarıda bütçe performansında kötüleşme olduğuna işaret edecektir.

Elbette, yeni OVP açıklandığında yükseltilecek büyüme tahminleri (% 3.5’den % 5.5 veya 6’ya) nedeniyle 2010 yılı bütçe açığı hedefinin de azalma yönünde revize edilmesi beklenmelidir. Revizyonun ne ölçüde olacağı önemlidir ama daha önemlisi 2011 ve 2012 bütçe açığı tahminlerinin (% 4.0 ve % 3.2) bir değişime uğrayıp uğramayacağı olacaktır. Uzun dönem hedefleri bütçe açığı için % 1 ve büyüme için % 5 olan mali kural 2011 yılı bütçesine uygulansaydı, örneğin 2010 yılında bütçe açığı tahminim doğrultusunda % 3.7 kabul edilirse bu açığın 2011’de % 3.1’e 2012 ‘de ise % 2.8’e indirilmesini gerektirecekti. Dolayısı ile, mali kuralın olmaması durumunda bütçenin OVP’ye uygun hazırlanacağına ilişkin açıklamaların aslında ilk OVP’ye göre daha gevşek bir mali duruşun oluşumuna işaret etmekte olduğu anlaşılmaktadır.

Mali kuralın ertelenmesine ilişkin haberler sonrası kredi derecelendirme kuruluşlarının değerlendirmeleri, beklenebileceği gibi, kredi notu ile mali kural arasında doğrudan bir bağlantı olmadığı, ancak mali kuralın ertelenmesinin hükümetin kredibilitesine zarar verebileceği, mali politika gerçekleşmelerinin mali kurallardan daha önemli olduğu ve bu doğrultuda bütçe açığının ve borç/GSYH oranının izleyeceği yolun bundan sonraki kredi notu gelişmeleri için önemli etkenler olacağı şeklindeydi.

Sonuç olarak, Fed’in ekonomik toparlanmanın duraksaması durumunda alınabilecek önlemler arasında saydığı varlık portföyünü sabit tutma kararını alması, büyümeye yönelik algılamaları kötüleştirirken, dünya genelinde faizlerin daha uzun süre düşük kalması için uygun ortam oluşturdu. Faizler açısından olumlu bu havayı mali kuralın ertelenmesi haberinin bozma potansiyeli bulunurken, Merkez Bankası’nın mali kuralın önemine yönelik açıklamalarına karşılık bir para politikası tepkisi verme ihtimali düşük görünmektedir. Banka, bir süre daha bütçe uygulamasını izlemeyi tercih edecektir. Keza kredi derecelendirme kuruluşları da benzer bir yaklaşım içinde görünmektedir.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Maç sahada, kredibilite uygulamada kazanılır...

Kapsam ve seçilen parametreler yönünden daha güçlü görünen mali kuralı, gözetim ve denetim alanlarındaki zayıflıklar nedeniyle örnek gösterilebilecek bir uygulama olarak nitelendirmekte zorlandığımı önceki yazımda vurgulamış, mali kuralın daha zayıf görünen noktalarına bu yazıda değineceğimi belirtmiştim. Aşağıda bu tespitlerim yer almaktadır.

Birinci tespit, kuralın varoluşuna yöneliktir. İşler iyi giderken tamam da, yeni bir ekonomik zayıflama döneminde hükümetlerin vergi indirimleri ve artırılan harcamalarla müdahalesine bir engel oluşturmadığı, mali kuralı uzun süredir uygulayan bir çok gelişmiş ülkenin kriz sırasında hızla artan bütçe açıklarından izlenmiştir. Yani, esas işe yaraması gereken dönemlerde kuralın varlığı bir anlam ifade etmemektedir.

İkinci tespit, gözetim ve denetime ilişkindir. Maliye’nin gerçekleştireceği gözetim ve raporlamayı Sayıştay’ın denetleyecek olması bağımsız kurul denetimi içeren diğer ülke örneklerine bakıldığında ideal bir formül gibi durmamaktadır.

Üçüncü tespit, kuraldan sapma halinde bir yaptırımın eksikliğidir. Sayıştay’ın denetimi sonrasında ortaya çıkabilecek herhangi bir uyumsuzluğun ne gibi sonuçlar ve yaptırımlar getireceği bilinmemekte, zor durumda kalındığında bu yasanın başka bir yasa teklifi ile değiştirilip değiştirilmeyeceğinin garantisi bulunmamaktadır.

Son tespit ise, mali kuralı güçlendirecek yan unsurların eksikliğine yöneliktir. Bir çok ülke uygulamasında mevcut olan mali kuralın yanında borç stokuna yönelik bir hedefi içermemesidir. Zira, özelleştirme gelirleri gibi bütçeye kaydedilmeyip bütçe finansmanında kullanılan gelirler borç stokunu etkilemekte ancak mali kuralın kapsamına girmemektedir.

Mali kural uygulamasının uzun dönemde bütçe açığını ve borç stokunu ne düzeylere getireceği de önem taşımaktadır. Hazine’den yapılan açıklamada, 10 yıllık bir dönemde genel yönetim açığının % 1'e yaklaşacağı, aynı dönemde borç stoku GSYH oranının da % 30'lara ineceği belirtilmiştir. Kuralın seçilen yakınsama katsayıları ve krizde verilen yüksek açık nedeniyle kriz öncesine dönüşü uzun zamana yaydığı böylece bütçe yönetimine önemli bir esneklik getirdiği izlenmektedir.

Hazine adına Sn. Çanakçı tarafından yapılan açıklamalarda kurala getirilen eleştirilere cevap verilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bence verilen en önemli mesajlar, mali kuralın zımni (örtülü) olarak borç hedefini içerdiği (herhalde % 30 kastediliyor) ve bunun iddialı bir borç hedefi olduğu, mali kurala geçiş için ilave ve ciddi bir sıkılaştırma gerekmediği, zira Orta Vadeli Program'da yer alan rakamlar ile mali kuralın ortaya çıkardığı rakamların birbirine paralel olduğuydu.

14 Mayıs 2010 Cuma

Seçim yılında mali disiplin, bir oksimoron mu?...

Mali kural, IMF ile son stand-by anlaşmasının bitiminden önce (Mayıs 2008) IMF çıpasının yerini alabilecek bir uygulama olarak bu köşedeki yazılarımda gündeme getirdiğim bir kurallı maliye politikası uygulamasıdır. Diğer bir deyişle, temel mali değişkenler üzerine konulan sayısal sınırlamaları içeren ve şeffaflık, öngörülebilirlik ve hesap verebilirlik gibi temel ilkeleri kamu maliyesine kalıcı olarak yerleştirmesi beklenen bir kurallar bütünüdür. Dolayısı ile, bir miktar gecikme olsa da, bu konuda düğmeye basılmış olunmasına herhalde en olumlu bakanlar arasındayım. Ancak, bu konudaki önceki yazılarımda da vurguladığım gibi, mali kural uygulamasının sihirli bir değnek olmadığının, aslında önemli olanın niyet olduğunun ve nihai değerlendirmenin uygulama sonuçlarıyla yapılabileceğinin de bilincindeyim. Ayrıca, vurguladığım diğer önemli bir unsur da, mali kural dizaynına sadece parametreler özelinde bakılmaması, uygulama, gözetim ve denetim esaslarını içeren yasal altyapının en az bu değerler kadar önemli olduğuydu. Bu açıdan baktığımda, kapsam ve seçilen parametreler yönünden daha güçlü görünen mali kuralı, gözetim ve denetim alanlarındaki zayıflıklar nedeniyle örnek gösterilebilecek bir uygulama olarak nitelendirmekte zorlanıyorum.

Mali kuralın iyi taraflarıyla başlarsak, mali kural kapsamının merkezi yönetim bütçesi ile sınırlı kalmamasını, önemli harcamacı kuruluşlar olan belediyeleri de kapsayan mahalli idareleri içermesini, olumlu buldum. Buna karşılık kuralın KİT'leri kapsamadığı, ancak KİT’lere toplamda borçlanma gereklerinin olmaması kriterinin uygulanacağı anlaşılmakta. Mali kural formülü için seçilen ve 10 yıllık uygulama süresince sabit kalması beklenen parametrelere gelince; söz konusu dört parametreden yakınsama katsayılarını gösteren (y) ve (k) katsayılarının 0.33, hedef kamu açığının % 1 ve reel büyüme hızının orta vadeli ortalamasının % 5 olarak seçildiğini gördük. Bütçe açıklarının uzun vadeli hedeften sapmasının ne hızda geri alınacağını yansıtan y katsayısının 0.33 ile üst sınıra yakın tercih edilmesini olumlu buluyorum. Seçilen katsayı sapmanın 3 yılda geri alınacağını göstermektedir, eğer 0.20 katsayısı seçilseydi sapmanın geri alınması 5 yıla yayılacaktı. Konjonktürün etkisinin hangi hızla kamu açığına yansıtılacağını gösteren k katsayısının da 0.33 ile üst sınıra yakın tercih edildiğini görüyorum. Büyüme karşısında mali taraftan verilecek tepkinin daha sınırlı boyutta kalmasının mali disiplin anlamında daha iyi bir sinyal olacağını düşünürken, bu yüzden daha düşük bir katsayı seçilmesini tercih ederdim. Hedef kamu açığının (a*) % 1 ile önerilen aralığın ortasında belirlendiğini görürken, bunun nötr bir tercih olduğunu düşünüyorum. Aralığın alt sınırına daha yakın bir tercih borç stokundaki düşüşün daha hızlı olmasını getirebilirdi. Büyümenin uzun dönemli ortalamasının (b*) ise % 5 ile üst sınırda tercih edildiği izlenmektedir. Burada Türkiye ekonomisinin kriz sonrası potansiyel büyüme oranının hangi düzeyde olduğu sorusu akla gelmektedir. Çıtanın yükseğe konması hem büyüme yüksek gerçekleştiğinde formülün ima ettiği kamu açığındaki azalışı sınırlayacak hem de büyümenin düşük kalması durumunda kamu açığının daha fazla büyütülmesini getirecektir. Baz etkisinin çok güçlü olduğu bu yıl bile büyüme beklentilerinin halen % 5'e ulaşmamış olması burada daha ihtiyatlı bir tercihi işaret etmekteydi. Bu konuya devam değineceğim...

Oksimoron: Birbiriyle çelişen ya da zıt iki kavramı, anlamı kuvvetlendirmek için birarada kullanmaktır.

Δa = y (a(t-1)–a*) + k (b–b*)

Hazine’nin belirlediği aralıklar ve yapılan tercih
y= 0.20 – 0.33 (0.33)
a*= 0.50 – 1.00 (-1.0)
k= 0.25 – 0.40 (0.33)
b*= 3.50 – 5.00 (5.0)

26 Nisan 2010 Pazartesi

Kötü günde harca, iyi günde biriktir...

Küresel krizden en olumsuz etkilenen makro göstergelerimizin başında bütçe dengeleri gelmektedir. Bir yanda, özellikle 2009 yılının ilk çeyreğinden itibaren alınan geçici vergi indirim kararları ve harcama artışı şeklinde yansıyan tedbirler, diğer yanda zayıf ekonomik aktiviteden olumsuz etkilenen dolaylı vergi tahsilatı ve işsizlik artışından zarar gören sosyal güvenlik prim tahsilatları gibi nedenlerle, bütçe performansı hızlı bir şekilde bozulmuştur. Bu doğrultuda, 2001 krizinden bu yana GSYH’ya oranla en büyük bütçe açığının ve ilk faiz dışı açığın verildiği yıl 2009 olmuştur. Bardağın dolu tarafında ise, konjonktüre uygun olarak bütçedeki tahribatı resesyonun yıkıcı etkilerini sınırlamanın ve bu döngüden çıkışın altyapısını hazırlamanın bir maliyeti olarak görülmesi vardır. Türkiye de bu lehte algılamanın yarattığı fırsatı kaçırmamış, belki de tarihte ilk kez döngü karşıtı para ve maliye politikasını beraberce uygulamıştır. Ekonominin dipten dönmesiyle beraber her iki politikanın aşağı yönlü esnekliğinde sona gelinmesi de benzer tarihlerde olmuş, Kasım 2009’da faiz indirimlerine ara verilirken, Aralık 2009’daki vergi artırımları bütçe performansının dönüm noktası olmuştur. Önümüzdeki dönemde ise, her ne kadar toparlanmanın gücü ve kalıcılığı konusundaki belirsizlikler sürse de, olağanüstü koşulların bu politikaları getirdiği noktadan daha normal bir noktaya doğru gidiş devam edecektir. Bu bağlamda, normalleşme yolunda Merkez Bankası’nın bu hafta ilk adımları attığı izlenmektedir.

Maliye politikasındaki normalleşmenin başladığından emin olmam için ise, son aylardaki olumlu bütçe performansına rağmen bazı önemli testlerin geçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunlar, yapısal (mali kural) ve konjonktürel (beklenenden güçlü büyümenin oluşturacağı mali alanın kullanımı) alanlarda olacaktır. Yapısal alanda, ilk çeyrek sonunda yasalaşması taahhüt edilen mali kural, TBMM’nin yoğun siyasi gündeminde arka plana itilmiş gibi görünmektedir. Konjonktürel alanda ise, bu yılın iddialı olmayan bütçe hedeflerine ulaşılması şu an oldukça kolay gibi görünse de 2011 ortalarında gerçekleşecek genel seçimler öncesinde ekonomik toparlanma sayesinde oluşan bu mali alanın, harcama artışlarına dönüştürülmesi riski devam etmektedir.

Mali disiplinin esas göstergesi faiz dışı harcamaların kontrol altında olduğu gibi bir görüntü vermesidir. Bu verilerden, son dönemdeki iyileşmenin esas olarak gelir tarafından kaynaklandığı, faiz dışı harcamaların ise bütçenin kötü performansı sırasında ulaştığı yüksek seviyelere yakın kaldığı izlenmektedir. Aralık sonu itibarı ile bu tür harcamaların GSYH’ya oranı % 22.5 ile şimdiye kadar görülen en yüksek değerine çıkmış, ilk çeyrek sonunda ise % 22.2’ye hafif gerileme göstermiş ancak kriz öncesi dönemdeki % 18 civarındaki ortalamasının çok üzerine yerleşmiş görünmektedir. Dolayısı ile, son dönemde ekonomik aktivitede görülen toparlanmayla sağlanan gelirlerdeki iyileşme, bütçenin orta-uzun vadeli performansı açısından çok rahatlatıcı olmamaktadır. Zira, büyümenin çok güçlü olduğu yıllar dahil gelirlerin GSYH’ya oranla ulaştığı en yüksek seviye % 21.5 olarak görünmektedir ki, harcamalardaki eğilim kırılmazsa bu bana % 0.5-1.0 civarındaki faiz dışı açığın altına kalıcı olarak inilmesinin zor olacağını düşündürtmektedir. Faiz dışı harcamaların yüksek seyretmesi, mevcut konjonktürde savunulması çok zor olmayan bir tercihin sonucudur. Zor olan, bu eğilimin, bir süre daha kırılgan seyredebilecek ekonomik aktivite görünümü altında tersine çevrilmesi olacaktır. Harcamaların henüz kontrol altına alındığı gibi bir görüntü sergilememesi (faiz dışı harcamaların en önemli kalemleri cari transferler ve personel giderleri geçen yılın ilk çeyreğine göre % 14.6 ve % 11.9 artmış) yapısal çözüm gereğine işaret ederken, bütçede her tedbir gereği ortaya çıktığında, dolaylı vergilere başvurulması mali uyumun kalitesi açısından iyi bir görüntü vermemektedir.



17 Şubat 2010 Çarşamba

Eski reformlara şükran, yenileri gelmezse hüsran...

AB Liderler zirvesinden çıkan karar beklentileri karşılayacak gibi görünmese de, bana göre hem birliğin sıkıntılı durumdaki üyesinin arkasında durduğunu hem de bu desteğin karşılıksız olmayacağını içeren dengeli bir mesajdı. Yunanistan’ın mali destek talep etmediği de vurgulanarak verilebilecek desteklere ilişkin miktar ve nitelikleri (Yunanistan’a düzenli olarak yapılan yardımların erkene çekilmesi, Euro Bölgesi garantili tahvil ihraç etmek ve AB devletleri veya Avrupa Yatırım Bankası tarafından Yunanistan tahvillerinin satın alınması) açıklama baskısının azaltılması hedeflendi. Bugünkü Ecofin toplantısında olası destekler için koşulsallığın (bütçe açığının 2010’da %4’e inmesi gibi) netleşmesi beklenirken, sonrasında ise uygulamayı AB Komisyonu’nun IMF’nin de uzmanlığından faydalanarak izlemesi ve Mart ayında ilk değerlendirmesini yapması öngörülüyor.

Bütün bu gelişmeleri izledikten sonra, bankacılık sistemlerini sarsan küresel kriz sırasında 2001 krizi sonrası bankacılık reformumuzun gerçekleştirilmesine nasıl şükrettiysek, yine o dönemin kamu mali reformu ve en azından 2006 sonuna kadar sürdürülen sıkı mali disiplin için de herhalde bugünlerde aynı hisleri paylaşıyor olmalıyız. Ancak, geçmiş çabaların getirdiği kazanımlarla sağlanan göreceli konum ve avantajımızla, kısacası ekonomik ve finansal kırılganlığımızın azalmasıyla yetinmemeliyiz. Günümüz şartlarını da dikkate alan ikinci nesil reformlarla bahsettiğimiz alanlarda geriye kalan yapısal sorunları çözerek yeni bir sıçramanın altyapısını hazır hale getirme gereğimizin devam ettiğini unutmamalıyız. Bu bağlamda, arkasında IMF desteği olsun olmasın, güçlü politikalar içeren ve kredibilitesini uygulama ile sağlayacak bir programa olan ihtiyaç sürmektedir. Evet, elimizde Orta Vadeli Program (OVP) vardır ama hem içerdiği hedeflerin altının doldurulmasına hem de bu hedeflere ulaşmak için gerekli irade ve niyetin ne denli güçlü olduğunun test edilmesine ihtiyacı vardır. Bu doğrultuda, OVP’de ilk çeyrekte yasalaşması taahhüt edilen mali kurala ilişkin gelişmelerin iyi bir sınav fırsatı verdiğini düşünüyorum. Mali kural parametrelerine ilişkin çeşitli kesimlerden görüş alındığını, zaten dar bir aralıkta belirlenen parametreler için genel eğilimin ortaya çıktığını düşünüyorum. Buna karşılık, yasal hazırlıkların gelecek bir kaç ay içinde devam ederek Mayıs ayındaki 2011 bütçe hazırlıklarına yetişeceğinin ifade edilmesi, verilen taahhüt açısından bir gecikmeye işaret etmektedir. Bu sürecin daha da uzaması durumu, hem OVP’nin kredibilitesi hem de zaten azalan IMF anlaşması beklentisi açısından ağır bir darbe olacaktır. Aslında, ilk kez Ekim ayındaki yazımda değindiğim gibi, OVP hedeflerinin, IMF’nin program yaptığı ülkelerdekinden biraz daha gevşek olsa da, buralarda çizilen genel mali çerçeve ile uyumlu olduğunu düşünüyorum. Başka bir deyişle, mali kural ile birlikte buradaki hedeflere nasıl ulaşılacağı konusunun altı doldurulursa, OVP’nin, IMF ile olası bir anlaşmaya da zemin oluşturabileceği düşüncesindeyim. Hafta içinde Sn. Babacan tarafından yapılan açıklamada da, mali kuralın 2011 ve 2012 OVP hedefleriyle aşağı yukarı uyumlu olacağı belirtilmiştir. Dolayısı ile parametrelerin de aşağı yukarı netleştiği anlaşılırken, uygulamadaki gecikmeyi anlamak ise daha zorlaşmaktadır.

26 Ocak 2010 Salı

Mali kural kesinlikle bir cendere değil...

Bütçedeki mevcut eğilimlerin 2010 yılında hem gelirlerde öngörülen artış hem de faiz dışı harcamalarda öngörülen gerileme için ek tedbirlerin alınması gerekli gösterdiğine değinmiştim. Ancak, en az bu analizlerin ortaya koyduğu ek tedbir ihtiyacı kadar önemli bir unsur ise, bu gerekliliğin yerine getirip getirilmeyeceği konusundaki belirsizlikti. Hükümetlerin bu yöndeki iradelerini sadece ekonominin gereklerine bakarak yerine getirmekte zorlandıkları, her zaman kendilerine belirli bir manevra alanı sağlama ihtiyacı içinde oldukları bilinen bir gerçekti. Oysa, burada ortaya konacak öngörülebilirlik ve şeffaflığın para politikasını doğrudan, ekonomide diğer karar alıcıları ise dolaylı olarak etkileyeceğini de bilmekteyiz. Nitekim, bu soruna bir çözüm bulma arayışları, mali kural uygulamalarının ve bu uygulamaları destekleyen mali sorumluluk yasalarının dünyada giderek yaygınlaşmasını getirmiş ve sıra Türkiye’ye gelmişe benzemektedir.

Mali kurala ilk kez Mayıs 2008’deki bir yazımda değinmiş, IMF’nin Türkiye çalışmalarında, harcamalar veya bütçe dengesi üzerine konulacak bir mali kuralın borç indirimine yardımcı olacağını belirttiğini, aktarmıştım. IMF’nin eski programlardaki faiz dışı fazla hedefinin yerini alacak mali kural için tercihinin, borç stoku ile ilişkilendirilerek faiz dışı harcamaların sınırlanmasını içeren bir kural olduğu anlaşılmaktaydı. Faiz dışı harcamalardaki bir türlü kırılamayan artış eğilimi bu tercihi rasyonel gösteriyordu. Buna karşılık, artık sonuna gelindiği anlaşılan mali kural çalışmalarında, kamu açığının hedefleneceğini ve kuralın buradaki gerekli değişimi hesaplayacak şekilde oluşturulacağı (Bknz. Esnek Kredi, Dinamik Bütçe 19 Ocak tarihli yazım) anlaşılmaktadır. Mali kural çerçevesinde, orta-uzun vadede kamu açığının milli gelire oranının, sürdürülebilir bir borç yapısı ile uyumlu bir düzeyde gerçekleşmesi hedeflenmektedir. Yani öncelikle, uzun vadede borç stoku GSYH oranını sürdürülebilir bir seviyede tutacak kamu açığı belirlenecek, sonrasında ise bu hedefe giderken karşılaşılabilecek yıllık sapmaları giderecek bir mekanizma oluşturulacaktır. Kamu açığında yapılacak uyarlamayı belirlerken, ilk olarak bir önceki yıl gerçekleşen açığın orta-uzun vadeli hedefin ne kadar uzağında olduğu dikkate alınırken, dikkate alınacak ikinci faktör konjonktürün etkisi olacaktır. Böylece, kamu açığındaki uyarlama büyümenin uzun dönem ortalamasının üzerinde olduğu yıllarda daha yüksek, altında olduğu yıllarda ise daha düşük olacaktır. Yani mali kural, büyümenin yüksek olduğu yıllarda daha az bir kamu açığına, düşük olduğu yıllarda ise daha yüksek bir açığa izin verecektir. Kural ismi itibarı ile, fazla esnek olmayan bir yapıyı çağrıştırsa da, kamu açığının orta-uzun vadeli hedefine yakınsama hızının ve döngüsel etkiyi yansıtma hızının belirli katsayılarla seçilebilmesi, hedef kamu açığının ve büyüme hızının uzun dönemli ortalamasının serbestçe belirlenebilmesi, mali kuralın önemli esneklikler içerdiğini de düşündürmektedir. Dolayısı ile, mali kurala ilişkin bu parametrelerin seçimi kritik önemde olacaktır.

Babacan’ın bazı ekonomi yazarları ile gerçekleştirdiği toplantıda kurala ve uygulamasına ilişkin bilgiler verildiği, parametrelere ilişkin uygun görülen aralıklardan bahsedildiği anlaşılmaktadır. Benzer şekilde Türkiye’deki bankaların araştırma bölümlerinden seçilecek parametrelere ilişkin görüşler de istenmiştir. Teknik çalışmaların belli bir olgunluğa erişmesini olumlu bulurken, mali kuralın yasal altyapısı, bağlayıcılığı ve gözetimine ilişkin daha fazla netleşmeyi de görmek istiyorum. Bu unsurların eksik kaldığı bir mali kuralın, mali disiplini garanti etmeyeceğini düşünüyorum.

22 Ocak 2010 Cuma

IMF hala yok ama, Mali Kural yakında...

Geçtiğimiz yıl bütçesinin Orta Vadeli Program’da (OVP) revize edilen hedeflere göre daha iyi bir yerde sonuçlanmasını olumlu bulurken, baz dönemindeki bu iyileşmenin 2010 yılına ait bütçe hedeflerinin daha gerçekçi görünmesi anlamına geleceğini düşündüm. Zira, hesaplamalarıma göre, IMF tanımlı merkezi yönetim bütçesi faiz dışı açığının 12 aylık birikimli değeri GSYH’nin % 1.5’ine iyileşirken, KİT ve bütçe dışı fonları da dahil eden toplam kamu kesiminde ise bu oran % 1.1 olmuştur. Oysa, OVP’de aynı sırayla gerçekleşme beklentisi % 2.2 ve % 2.1 olarak verilmişti. Bu durumda, 2010 yılının % 0.8 ve % 0.3’lük faiz dışı açık hedefleri 2009 yılına ait gerçek rakamlara daha yakın olduğundan yavaş da olsa devam eden ekonomik toparlanma ile birlikte hedefler daha ulaşılabilir olarak görünecektir. Buraya kadar her şey güzel de, bütçe faiz dışı harcamalarının alınan karşı yöndeki tedbirlere rağmen devam eden yükseliş eğilimi canımı sıkmaya devam etmektedir. Aralık sonu itibarı ile bu tür harcamaların GSYH’ya oranı % 22.6 ile şimdiye kadar görülen en yüksek değerine çıkmış, kriz öncesi dönemdeki % 18 civarındaki ortalamasının çok üzerine yerleşmiştir. Dolayısı ile, son dönemde ekonomik aktivitede görülen toparlanmayla sağlanan gelirlerdeki iyileşme, beni çok rahatlatmamaktadır. Zira, gelirlerin GSYH’ya oranla büyümenin çok güçlü olduğu yıllar dahil ulaştığı en yüksek seviye % 21.5 olarak görünmektedir ki, harcamalardaki eğilim kırılmazsa bu bana % 1 civarındaki faiz dışı açığın altına inilmesinin zor olacağını düşündürtmektedir. Faiz dışı harcamaların bu denli sıçrama göstermesi, mevcut konjonktürde savunulması çok zor olmayan bir tercihin sonucudur. Zor olan, bu eğilimin, kırılgan seyretmesi beklenen ekonomik aktivite görünümü altında tersine çevrilmesi olacaktır. Harcamaların, başta sosyal güvenlik ve bununla ilgili transferler olmak üzere, bir türlü kontrol altına alındığı gibi bir görüntü vermemesi yapısal çözüm gereğine işaret ederken, bütçede her tedbir gereği ortaya çıktığında, dolaylı vergilere başvurulması mali uyumun kalitesi açısından iyi bir görüntü vermemektedir.

OVP hedeflerine bakıldığında da, MYB gelirlerinin GSYH’ya oranla 2010-12 döneminde % 21.4 seviyesinde alındığı, faiz dışı harcamaların ise % 22.2’den başlayarak kademeli azalışla % 21’e gerilediği bir patika çizildiği görülmektedir. Gelirlerin 2004-07 ortalamasının % 20 olduğu, büyümenin 2010 yılı tahminime yakın olduğu 2007 yılında ise % 21 olduğu dikkate alındığında, yeni tedbirler alınmazsa OVP gelir tahminleri üzerinde aşağı yönlü risklerin devam ettiği söylenebilir. Faiz dışı harcamalar tarafında ise, 2009 yılında bütçe açığının revize hedefin altında kalmasına rağmen harcama hedefinin 0.3 puan üzerine çıkıldığı gözlenmektedir. Bu durumda, 2010 yılından itibaren faiz dışı harcamalarda öngörülen gerileme için harcamalar tarafında da ek tedbirlerin alınması gerekli görünmektedir. En az bu analizlerin ortaya koyduğu ek tedbir ihtiyacı kadar önemli bir unsur ise, bu gerekliliğin yerine getirip getirilmeyeceği konusundaki belirsizliktir. Hükümetlerin bu yöndeki iradelerini sadece ekonominin gereklerine bakarak yerine getirmekte zorlandıkları, her zaman kendilerine belirli bir manevra alanı sağlama ihtiyacı içinde oldukları bilinen bir gerçektir. Oysa, burada ortaya konacak öngörülebilirlik ve şeffaflığın para politikasını doğrudan, ekonomide diğer karar alıcıları ise dolaylı olarak etkileyeceği de bilinmektedir. Nitekim, bu soruna bir çözüm bulma arayışları, mali kural uygulamalarının ve bu uygulamaları destekleyen mali sorumluluk yasalarının dünyada giderek yaygınlaşmasını getirmiştir. Türkiye’nin de bu kervana katılması beklenmektedir.

16 Ekim 2009 Cuma

2010 yılı bütçesi üzerine ilk yazım...

Bilindiği gibi, 17 Ekim Cumartesi gününe kadar 2010 yılı bütçesinin TBMM’ye sunulması anayasal bir zorunluluktur. Son yıllarda üç yıllık bütçe projeksiyonlarını içeren Orta Vadeli Mali Plan’ın önceden açıklanması nedeniyle eski heyecanı yaratmıyor ama bu yıl söz konusu planları IMF'ye sunan ekonomi yönetiminin, IMF teknik heyetinin programla ilgili görüşlerini bu tarihe kadar beklediği yönündeki haberler bir bekleyiş de yaratmış olabilir. Ancak bütçe süreçlerini iyi bilenler büyüklükler üzerindeki değişiklik için son tarihin bu olmadığını, Plan ve Bütçe Komisyonu’nda da bütçe tasarısı üzerindeki görüşmeler sırasında istenen değişikliklerin yapılabileceğinin herhalde farkındadırlar. Mesela geçen yıl görüşmeler 23 Ekim’de başlamış ve yaklaşık bir ay kadar sürmüştü. Dolayısı ile, 17 Ekim’e kadar IMF ile anlaşma konusunda bir gelişme olmasa bile, taraflar aksi yönde net bir açıklama yapmadıkça, bu konudaki beklenti sonraki günlerde ayakta tutulmaya çalışılabilir.

Bu tespitleri yaptıktan sonra, hafta içinde açıklanan Eylül ayı bütçe gerçekleşmeleri ışığında mevcut gidişatı değerlendirip, 2010 yılı beklentilerini ele alacağım. Eylül’de faiz dışı denge 4.48 mlr TL ve bütçe dengesi 9.48 mlr TL açık ile geçen yılın aynı ayına benzer sonuçlar vermiş, böylece ilk bakışta aylardır devam eden bütçe dengelerindeki bozulma eğiliminin durduğu gibi bir görüntü vermiştir. Ancak, daha önce açıklanan nakit bütçe gerçekleşmelerinden bildiğimiz üzere Eylül’de GAP yatırımlarında kullanılmak üzere 1 mlr TL bütçeye gelir olarak yazıldığından, bu tür kalemleri hariç tutan program tanımlı veriler, önceki aylara göre daha sınırlı da olsa, bozulmanın devam ettiğini yansıtmıştır. Hesaplarıma göre, GSYH’ya oranla son 12 aylık faiz dışı açık % 1’den % 1.1’e, bütçe açığı ise % 6.1’den % 6.2’ye yükselmiştir. Zaten, OVP’de yer alan tahminler yıl sonunda bu değerlerin sırası ile % 2.2 ve % 6.6’ya çıkacağı yönündedir. Bozulma eğiliminin hız kesip kesmediği takip eden aylarda daha net olarak anlaşılabilecekken, böyle bir eğilimin oluşumu 2010 yılı hedefleri (özellikle gelirlerdeki toparlanmaya güvenildiğinden) açısından kritik önemde olacaktır.

Eğer bir son dakika değişikliği olmazsa, 2010 yılı bütçe büyüklüğü önceki yıla göre % 7.5 artışla 286.8 mlr TL olarak 17 Ekim’de meclise sunulacaktır. En zorlu hedef ise, 2009 yılında 62.8 mlr TL’ye ulaşacağı tahmin edilen bütçe açığını 50 mlr TL civarına indirmek olacaktır. Bütçe açığında GSYH’ya oranla beklenen 1.7 puanlık iyileşmenin 1.5 puanının vergi gelirlerinde öngörülen toparlanmadan kaynaklanması beklenmektedir. Bu yıl rekor düzeye (GSYH’nın % 22.3’ü) fırlayan faiz dışı harcamaların ise aynı düzeyde kalması planlanmaktadır. Bu yıl bütçe eğilimleri açısından iki alandaki belirsizliklerin ne şekilde seyredeceği önemli olacaktır. Birincisi, dolaylı vergiler açısından belirleyici olan, ekonomik aktivitede şimdilik yavaş ve kademeli gerçekleştiği gözlenen toparlanma eğiliminin, olası seyri olurken, ikincisi de IMF ile bir stand-by anlaşması yapılıp yapılmayacağı olacaktır. Bir anlaşma durumu, ne kadar esnek olursa olsun, mevcut duruma göre mali disiplinde kalıcı iyileşme vaadettiğinden olumlu görünürken, OVP ile yola devam durumu bu konudaki kaanatin uygulamaya bağlı şekillenmesini getirecektir. Bu bağlamda, OVP’de çizilen mali çerçevenin içinin dolmaya başlayıp başlamayacağının ilk işaretlerinin 2010 yılı bütçe tasarısının gerekçelerinden okunmaya başlanması gerekli görünmektedir.

11 Ağustos 2009 Salı

Orta vadeli programı açıklıyorum...

Uzun süredir beklenen orta vadeli programın temel hedefinin; 2011'e kadar borç/GSYH oranını stabilize etme olduğunu, bu amaçla Türkiye'nin "Ekonomik canlanmaya yönelik uyarıcı önlemlerin yenilenmemesi, harcama kontrolünün iyileştirilmesi, yerel yönetim reformu, mali kurala geçiş ve vergi idaresi reformunun devam ettirilmesi" önlemlerine yöneleceği görüşlerini bir Uluslararası Para Fonu (IMF) raporundan hareketle önceki yazımda aktarmıştım. Bu yazıda ise söz verdiğim gibi, çokça merak edilen son dönemdeki mali genişlemenin hangi boyutlara ulaşmış olduğuna değineceğim.

Bu hesaplamada IMF mali genişleme için referans olarak 2007 yılı bütçe dengesi ile bu yıl beklediği bütçe dengesinin arasındaki farkı almış. Böylece milli gelire oranla yüzde 3,7'lik bir genişleme saptanırken, bunun 0,8'lik kısmının krizle ilgili alınan önlemlerden, kalan kısmın ise otomatik stabilizörler (aktivitedeki yavaşlamayla vergi gelirlerinin azalması) ve krize yönelik olmayan kararlardan (her ne kadar sonradan tüm sapmalar krize karşı önlem gibi yansıtılsa da) kaynaklandığı belirtilmiş. Hesaplamada Eylül 2008-Mart 2009 döneminde alınan önlemlerin dikkate alındığı, hazirandaki son teşvik paketinin maliyeti belirtilmediğinden dikkate alınmadığı ise dip not olarak aktarılmış.Belirtilmemiş ama temmuzda bu kez karşı yönde alınan önlemlerin yansıtılmadığını da düşünmek gerekir. Benim hesabıma göre ise mali genişleme dönemi için Eylül 2008'i baz alırsak, bütçe dengesinde Haziran 2009 sonuna kadar olan bozulma GSYH'ya oranla 4.5 puana ulaşmakta. Görüldüğü gibi, IMF'den daha yüksek bir mali genişleme bulduk ama IMF'nin dikkate aldığı son tarih olan mart sonrasında bütçe açığındaki bozulmanın 1 puan kadar olduğunu belirtmeliyim. Dolayısıyla aslında bulgularımızın çok yakın olduğunu söyleyebilirim.

Bu noktada, bütçe dengeleri açısından son iki yazımda bahsettiğim tahminlerin özellikle 2009 için mevcut durumun gösterdiği eğilim ile karşılaştırılması faydalı olacaktır. Bilindiği gibi, bütçedeki gelişmeleri bir defaya mahsus unsurlardan arındırılmış (IMF tanımlı) olarak ve eğilimi daha net görebilmek için son 12 aylık kümülatif bazda ve GSYH'ya oranla izlemeyi sağlıklı bulmaktayım. Merkezi yönetim bütçe dengesi için bulduğum sonuç, maliye tanımlı verilerde yüzde 4,5, IMF tanımlı verilerde ise yüzde 5,6 açık şeklinde oldu. Yıl sonuna kadar yeni önlemler alınmadığı takdirde, faiz dışı açık ve bütçe açığının IMF ve KEP'teki tahminleri belirgin olarak aşmasını bekliyorum. Mevcut bilgiler ışığında, yüzde 2'ye yaklaşan faiz dışı açık ve yüzde 7,5'i aşan bütçe açığı senaryosu ile çalışmaya devam ediyorum. Bütçedeki mevcut eğilimin IMF'nin varsayımlarından bile daha olumsuz seyretmesi, 2011'e kadar borç/GSYH oranını stabilize etme hedefini daha da zorlu kılma, kısa vadede alınması gereken önlemleri yükseltme ve orta vadede gereken faiz dışı fazlayı yukarı çekme potansiyeli taşımaktadır.

Özetle, borçluluk oranlarındaki artıştan endişelenen IMF, üye ülkeler için mali gevşemeden çıkış stratejisi taslağı hazırlamış, Türkiye için de hedef ve gerekli önlemleri ana hatları ile belirlemiştir. Ancak, orta vadeli program hazırlıklarının teknik hazırlıklarının bitmesine karşılık bütçe süreci ile birleştirilmesi yönünde siyasi bir tercihte bulunulması, kapsamlı bir program açıklanmasında yeni gecikmelere kapı açmış, çizilen stratejinin ne ölçüde hayata geçeceği konusunu belirsiz konumda bırakmıştır. Bütçedeki mevcut eğilimler de IMF projeksiyonlarından daha olumsuz bir görünüme işaret etmekte, gecikme ile beraber başlangıç koşullarının değişmesi riskini artırmaktadır.

7 Ağustos 2009 Cuma

Borçlanmadaki bu tablo ile, ne düşük faiz ne de yüksek borsa kalıcı olur...

Piyasaların seyri açısından belirleyiciliğini uzun süredir kaybetse de, kapsamlı bir orta vadeli programın açıklanmasındaki gecikme tüm tahammül sınırlarını zorlamaya kararlı görünüyor. Merkez Bankası’nın bile ikna edici bir mali programın hazırlanmasını teşvik için, tek haneli piyasa faizlerine kalıcı olarak ulaşılmasını havuç olarak gösterdiği bir ortamda, gelen yeni haberler 2010 yılı bütçesinin TBMM’ye sunulması için son tarih olan 17 Ekim’e kadar sabredilmesi gereğine işaret etmekte. Basında yer alan bilgiler, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanunu gereği Mayıs sonuna kadar kamuoyuna açıklanması gereken Orta Vadeli Plana (OVP) ilişkin temel büyüklüklerin belli olduğu, ancak hükümetin OVP açıklamasını, Eylül ayında hazırlıklarını başlatacağı, Ekim ayında da makro büyüklükleri belirleyeceği 2010-2012'ye ilişkin 3 yıllık bütçe ile birleştirmeyi öngördüğü yönünde. Elbette beklenen program Anayasa’da bütçe için belirlenen son tarihe kadar açıklanacak, ancak bunun IMF onaylı ve destekli olup olmayacağı Ekim ayı başındaki IMF-Dünya Bankası İstanbul toplantıları sırasında netleşecek.

Bizim tarafta son durum böyleyken, IMF de hazırladığı son raporda yer verdiği Türkiye’ye yönelik projeksiyonlarla, borçların sürdürülebilirliği açısından bütçede kısa vadedeki sapmaların orta vadede telafi edilmesinin önemine dikkat çekmeye çalışıyor. AB’ye sunulan KEP’teki çerçeve kullanılarak hazırlanan orta vadeli tahminlerde bütçe açığının GSYH’ya oranla bu yıl % 5.8’e çıktıktan sonra, 2010’da % 5.4’e, 2014’e kadar ise % 5’e sınırlı gerilediği bir senaryoda, bu yıl % 46.9’a çıkması beklenen borç stoku/GSYH oranının 2014’de % 58.1 gibi yüksek bir seviyeye ulaşacağı belirtiliyor. Bu ise, son yıllardaki kazanımların hızla kaybedildiği ürkütücü bir tablo. Mali İzleme başlıklı raporda, G20 ülkelerinde "Mali Sürdürülebilirliği Sağlamaya Yönelik Ön Stratejiler" ülkeler bazında ele alınıyor. Ülkelerin hedefleri ve buna ulaşmadaki araçları incelenirken Türkiye'nin 2011'e kadar borç/GSYİH oranını istikrara kavuşturma hedefini belirlediği kaydediliyor. Uzmanlar yetkililerle görüşmeler, açıklamalar ve aktivitenin toparlanmasıyla gelirlerde görülecek iyileşme gibi otomatik stabilizörlerin durumunu göz önüne alarak Türkiye'nin “Ekonomik canlanmaya yönelik uyarıcı önlemlerin yenilenmemesi, harcama kontrolünün iyileştirilmesi, yerel yönetim reformu, mali kurala geçiş ve vergi idaresi reformunun devam ettirilmesi” önlemlerine yöneleceği görüşünü belirtmekte.

Genel hatları bu şekilde belirlenen mali çerçeveye önemli bir ek ise, önümüzdeki dönemde faiz dışı fazlanın (FDF) hangi seviyede belirlenmesi gerektiği ki, raporda bu yıl GSYH’ya oranla % 0.2 açık şeklinde gerçekleşmesi beklenen FDF’nin gelecek beş yılda ortalama % 1.7 seviyesinde oluşması gerektiği saptamasında bulunuluyor. KEP’te 2010 ve 2011 yılları için % 0.5 düzeyindeki FDF ile daha zayıf bir mali uyum öngörüldüğünü hatırlatalım. Kriz sırasında Türkiye’de gerçekleşen mali genişlemenin boyutlarına, bütçedeki mevcut eğilimlerin neyi işaret ettiğine ise takip edecek yazımda değineceğim.

2 Haziran 2009 Salı

Bütçede açık vererek kalıcı büyüme sağlanmaz..

Değerlendirmemize geçmeden önce lütfen Bernanke'nin Washington Post'ta çıkan mali sürdürülebilirliğe ilişkin kısa yorumunu okuyun...

A large budget deficit will result in a sustained economic crisis, Federal Reserve Chairman Ben Bernanke said in congressional testimony. While acknowledging that Congress and the Obama administration were using the deficit to address short-term problems, Bernanke warned that "unless we demonstrate a strong commitment to fiscal sustainability in the longer term, we will have neither financial stability nor healthy economic growth." The deficit is expected to double to more than 82% of the U.S. economy by the end of the next decade.

Türkiye’nin kısa vadeli sapmaları ileride telafi edecek kapsamlı bir orta vadeli mali program açıklaması ve/veya IMF ile yeni bir program üzerinde anlaşması geciktikçe bütçe ve borç stoku üzerindeki risklerin artmakta olduğunu uzun süredir vurgulamaktayız. Bu bağlamda geçen haftanın yeni gelişmelerinin bu riski belirginleştirdiğini izledik. Bunlardan ilki, doğrudan bütçe açığını artıracak ve belediyeleri finansman açısından rahatlatacak olan yeni düzenlemeydi. Buna göre, belediyelerin genel bütçe vergi gelirleri üzerinden ayrılan paylarından vergi ve sosyal güvenlik primi gibi borçlarına karşılık Mayıs, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında kesinti yapılmaması kararı alındı. Daha önce 2007 ve 2008’de de kısa dönemli tekrarlanan bu düzenlemenin bütçe açığını 1.2 mlr TL civarında artırması bekleniyor. Bu yılın başında belediyelere ayrılan gelir payının artırılması bile IMF ile problem alanlarından birini oluştururken bir de belediye harcamalarını artıracak bu yeni düzenlemenin yapılması işleri daha da karıştıracak gibi görünüyor. İkinci düzenleme ise, doğrudan bütçe açığı üzerinde olmasa da borç dinamikleri açısından olumsuz yansımaları olması beklenen yeni özel tertip Devlet İç Borçlanma Senedi (DIBS) ihracı kararıydı. Kredi Garanti Fonu’na (KGF) 1 milyar TL kaynak aktarmak için oluşturulan tasarıya verilen önerge ile TMO’ya 2.57 milyar TL kaynak aktarımını sağlayan düzenleme eklendi. Tasarı ile TMO Genel Müdürlüğü 2009 yılı finansman açığının karşılanması için Hazine Müsteşarlığı’nca ikrazen özel tertip devlet iç borçlanma senedi ihraç edebilecek.

Bilindiği gibi, bu tip tahvil ihraçları nakit-dışı ihraçlar olarak nitelendiriliyor ve Hazine’nin nakit bazlı bütçe dengesi veya Maliye’nin bütçe dengesi üzerinde bir etkisi olmazken, buna karşılık iç borç stokunun yükselmesini getiriyor. Bu enstrümanlar 2001 krizi sonrasında bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması sırasında yoğun olarak kullanılmış ve kamu bankaları ile TCMB’ye yüklü boyutlarda verilmişti. Bu ihraçlar kamu bankalarına kriz öncesi oluşan görev zararlarına istinaden verilirken, TCMB’ye de verilmesi gereği Bankanın diğer bankalardan nakit karşılığı tahvil alımı yapması (sermaye enjeksiyonu) nedeniyle oluşmuştu. Eski verilere yeniden baktığımızda, 2001 sonunda nakit-dışı borç stokunun 49.5 mlr TL’ye ulaştığını böylece iç borç stokunu yeni milli gelir serisine oranla % 79’a fırlattığını ve borç sürdürülebilirliği endişelerini körüklediğini hatırladık. Bugün ise söz konusu nakit-dışı stok Nisan sonunda 25.9 mlr TL’ye kadar gerilemiş ancak önemli bir kısmı halen tasfiye edilemediğinden bu dönemde borç stokunun oransal olarak daha belirgin gerilemesine engel olmuştur. TMO ihraçları eğer diğer kurumlara da yaygınlaşırsa ne yazık ki bize o günleri daha fazla hatırlatmaya başlayacaktır. İç borç stoku verilerinin ayrıntılarına baktığımızda, bu son ihraç öncesinde de, TMO'ya "görev zararı" ve "sermaye" için 4.3.2009 tarihinde 1 yıl vadeli yaklaşık 1 mlr TL’lik senet ihracı gerçekleştirildiği; ancak aynı ay içinde söz konusu senedin tamamının erken itfa edilerek TMO’ya nakit olarak aktarıldığı izlenmektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz iki düzenlemenin farklı etkilerini tespit etmiş olsak da, nihayetinde bu doğrultuda alınan kararların, hele ki yukarıdaki örnekteki gibi nakit-dışı riskler nakde dönüşürse, Hazine’nin daha fazla borçlanması olarak sonlanacağı, açıktır.

Not: Bu yazı 2 Haziran'da Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.