28 Mayıs 2010 Cuma

Borsalar ekonomide olacakların habercisi midir?...

Avrupa’da borç krizinin patlak vermesi ve şu ana kadar alınan güçlü tedbirlere rağmen endişelerin giderilememesi bu yıl sıkça görmeyi beklediğim piyasa dalgalanmalarından birini daha getirmişe benzemektedir. Nisan ayında ulaşılan zirveye göre ABD borsalarında % 15, Avrupa’da % 18, IMKB’de ise % 12 civarında azımsanmayacak düşüşler yaşanmıştır. Bu süreçte, ekonomiler için en önemli soru, tüketici ve reel kesim güvenini olumsuz etkileme potansiyeline sahip olan bu endişelerin, küresel ekonomide yeni bir zayıflama dönemi hatta ikinci dip olarak adlandırılabilecek yeni bir resesyonu getirme gücünün olup olmadığıdır. Aslına bakarsanız resesyondan çıkalı daha kısa bir süre geçtiğinden her iki senaryo da olumsuzdur. Ancak borç sürdürülebilirliği endişelerini ortadan kaldıracak mali tedbirlerin alınması durumunun bile devam eden toparlanma eğilimini zayıflatacağı algılaması olduğundan, göreceli bir yavaşlama, “kötünün iyisi” olarak kabul görecektir. Bu noktada, küresel ekonomide ikinci dibi içermeyen, buna karşılık kademeli ve ılımlı toparlanmanın devamını öngören baz senaryomu koruduğumu hatırlatmak istiyorum. Bu kabulüm ise, borsalarda görülen satış baskısını yukarı yönlü ana eğilim içinde gözlenen bir düzeltme hareketi olarak görmemi getiriyor. Böyle bakar ve hareketin başlangıcını Nisan ayı ortası gibi düşünürsek, 1.5 aylık bir sürenin geçtiğini ve eğer bu hareket belirttiğimiz gibi bir düzeltme ise bu sürenin ve daha önemlisi düzeltmenin boyutunun yeterli olduğunu gösteriyor. Bu duruşum, borç krizini azımsadığım veya önemsemediğim anlamına gelmiyor. Daha önce, borç sürdürülebilirliği endişelerini küresel ekonomide yeni bir zayıflama dönemini getirebilecek güçte olan tek dinamik olarak göstermiştim. Bireylerin ve şirketlerin algılamalarını ve geleceğe yönelik beklentilerini kötüleştiren bu tip süreçlerde en büyük korkum, negatif yönde bir geri besleme döngüsüne girilmesi oluyor. Tüketici güveninin genellikle borsalara paralel hareket ettiğini gözlediğimden, aklıma borsalardaki düşüşün belli bir eşikten sonra tüketici güvenini belirgin olarak zayıflatması, bu durumun büyüme için en önemli unsur olan talebi aşağı çekmesi, böylece bozulan büyüme algısının borsaları sürükleyen unsur olması, gibi zincirleme etkiler geliyor.

Ama aklıma gelenin başıma geleceği gibi bir şart da yok... Bu bağlamda, piyasalardaki dalgalanmanın reel ekonomiye yansıyıp yansımadığını tespit edilmesi bu belirsizliği giderme anlamında önem taşıyacaktır. Bu yansımayı geriden gelen temel makro göstergelerden görmeyi elbette beklemiyorum. Zaten de Mart ve Nisan ayına ait son günlerde açıklanan güncel veriler genellikle olumlu yönde gelmeye devam etmektedir. Bize öncüleme anlamında yardımcı olacak göstergeler her zaman olduğu gibi, tüketici ve reel kesime geleceğe yönelik beklentileri sorularak hazırlanan ve sınırlı bir gecikmeyle açıklanan, tüketici güven endeksleri ve reel kesim güven endeksleri (PMI ve ISM) olacaktır. Bu konuya devam edeceğim..

25 Mayıs 2010 Salı

Dış borcu indireceğiz derken kredileri mi şişirdik...

Geçen yıl ortasında 32 sayılı kararda yapılan düzenleme sonrası yurtiçinden döviz kredisi kullanımlarının arttığı, yurtdışı şubelerden kullanımların ise azaldığı biliniyor. Bunun bir çarpıklığı düzelttiğini görüyorum ancak başka bir çarpıklık yarattığı konusunda endişelerim var. Ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım. Önceki yazımda da değindiğim gibi, ABD ve Euro Bölgesinde 2009 yılı ilk çeyreğinden itibaren kredi kullandırım şartlarının gevşetildiği ve normal sayılabilecek düzeylere geldiği bilinirken, Türkiye’de özel sektörün uzun vadeli borç çevirme oranlarının düşük seyretmesi şaşırtıcı görünüyordu. Ancak, elimizde bu durumu açıklamaya yardımcı olacak bir önemli karar da vardı. Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar’ın dövizli ve dövize endeksli kredilerin kullanılmasına ilişkin hükümlerinde değişikliklerle, 16 Haziran 2009 tarihinden itibaren yurtiçinde bankaların döviz kredisi kullandırması kolaylaştırılmıştı. Bu düzenleme sonrasında, şirketlerin yurtdışı bankalardan kullandığı kredilerin azaldığı ve bunun yerine yurtiçi bankalardan alınan döviz kredilerinin arttığı izlenmişti. TCMB’nin raporlarında, özel sektörün uzun vadeli borç çevirme oranlarında bu durumu dikkate alarak yapılan düzeltmeler sonrasında bu oranın aslında % 100’ün üzerinde seyrettiği ortaya konuluyordu. Zira, bu düzenleme öncesi döviz kredi kullandırımındaki kısıtlar ve vergi-maliyet yükleri bankaları yurtdışı şubeleri üzerinden yurtiçine kredi kullandırımına yöneltiyordu. Bu ise, suni olarak özel sektörün dış borç stokunu yükseltiyordu. Bu şekilde yaklaşık 40 mlr dolar kredi kullandırılırken, bu büyüklüğün Mart sonunda 34.2 mlr dolara gerilediği izleniyordu. Buna karşılık, yurtiçinden kullandırılan döviz kredileri ise aynı dönemde 25 mlr dolardan 35 mlr dolara çıkmış durumdadır.

Yukarıda bu yer değişiminin olumlu bir etkisinden bahsettik ancak bir diğer etki de yurtiçi kredi hacminde kendini gösteriyor olabilir. Kredi büyümesine ilişkin analizlerde yurtdışı şubeler dahil edilmeden kredi artış oranları takip edildiğinden yurtiçine kayan döviz kredisi kullandırımı toplam kredilerdeki büyümeyi olduğundan daha fazla gösteriyor olabilir. Belki de, yıllık artış hızı % 20’leri geçen ve haftalık artış hızı olan % 0.7’nin yansıttığı % 40’lar düzeyindeki artış eğilimine rağmen, Merkez Bankası’nın Enflasyon Raporu’nda “mevcut durumda kredi piyasalarındaki toparlanma hızının, enflasyonist baskı veya finansal istikrar için risk oluşturabilecek düzeyin altında olduğu düşünülmektedir.” demesi ve bu nedenle kriz sürecinde kredi piyasalarına yönelik alınan tedbirlerin (üç aylık repo ihaleleri ve Türk lirası zorunlu karşılık oranlarında indirim) kaldırılmasında acele edilmeyecektir mesajı vermesi, bu değerlendirmeden kaynaklanıyordur.

Sonuç olarak, son iki yazımda değindiklerimi toparlayacak olursam, Türkiye ekonomisinde güçlenen büyüme eğiliminin cari açığın yeniden genişlemeye başlaması olarak kendini göstereceğini, her ne kadar oluşacak finansman ihtiyacının temininde bir sıkıntı öngörmesem de, son dönemde finansman yapısında gözlenen kalite düşüşünün (kısa vadeli sermaye hareketlerinin ağırlığı artıyor) dikkatle izlenmesi gerektiğini, düşünüyorum. En önemli finansman kalemi olan uzun vadeli kredilerde durumun göründüğü kadar kötü olmadığını gösteren faktörler olsa da, burada belirgin bir hızlanma olmadan sabit sermaye yatırımlarının ve büyüme eğiliminin güçlenmesi sınırlı kalacaktır.

21 Mayıs 2010 Cuma

Cari açık, yine yeniden...

Türkiye ekonomisinin verdiği 12 aylık cari açık küresel kriz öncesi Ağustos 2008’de 49.1 mlr dolar ile tarihsel olarak en yüksek seviyesindeyken, hızla resesyona doğru sürüklenilmesiyle buradaki düzeltme 13 ay kadar sürmüş ve Ekim 2009’da cari açık 12.5 mlr dolara kadar gerilemişti. Verilen cari açığın ana kaynağı her zaman olduğu gibi dış ticaret açığıyken, başta turizm olmak üzere fazla veren hizmetler dengesi oluşan finansman ihtiyacını azaltmada katkıda bulunmuştu. Son beş aydır ise ekonomideki toparlanmanın güçlenmesiyle cari açığın artış eğilimine girdiğini ve son 12 ayın cari açığının 21.9 mlr dolara yükseldiğini izliyoruz. Hızlı kötüleşmenin ana nedeni ise tahmin edilebileceği gibi ithalat artışı. Eğer büyümede önemli bir yavaşlama görülmezse, bu eğilimin bizi götüreceği nokta 35 mlr dolar veya üzeri seviyeler gibi görünüyor. Piyasadaki tahminler ise, aynen büyüme tahminlerinde olduğu gibi geriden geliyor ve yıla girerken 20 mlr dolar tahmin edilen cari açık ancak 28 mlr dolara yükseltilmiş durumda. Cari açık bizim tahmine doğru gidiyor olsa da, burada bir sıkıntı yok. Bu seviyeler Türkiye ekonomisinin finanse etmekte zorlanacağı bir boyuta işaret etmiyor. Ancak cari açığın büyümenin hız limitini belirlediği ve cari açığın finansman kalitesinin bu tür akımlarda gözlenebilecek ani duruş riskine ne ölçüde açık olduğunu yansıttığı dikkate alındığında, rehavete kapılmamak gerektiği de ortada. Bu bağlamda, son aylarda belirginleştiği üzere cari açığın finansmanında kısa vadeli sermaye ve portföy akımlarının ağırlığının artması hoş görünmüyor. Son 12 aylık dönemde verilen 21.9 mlr dolarlık cari açığın üzerine 5.6 mlr dolarlık da uzun vadeli kredi geri ödemesi gerçekleştirmemiz nedeniyle oluşan finansman ihtiyacının, 19.8 mlr dolarlık kısmı kısa vadeli sermaye ve portföy akımlarından, 1.7 mlr doları net hata ve noksan kaleminden geri kalan 6.1 mlr dolar ise TCMB rezervlerinden karşılanmış gibi görünüyor. Oysa, 2008’de 49 mlr dolar gibi yüksek bir açık varken sadece uzun vadeli krediler ve doğrudan yabancı yatırımlar kanalı ile bile 52 mlr dolar finansman sağlanabiliyordu. Küresel krizin, kredi ve finans krizi ile patlak vermesinin en büyük zararı uzun vadeli kredi akımlarına verdiği, açıktır.

Güncel veriler de, krizin etkilerinin geride bırakılmasına rağmen uzun vadeli dış kredilerde net geri ödeyici olma durumunun değişmediğini göstermekteydi. Şirketler kesimi uzun vadeli kredilerinde borç çevirme oranı 2009 yılının tamamında % 72 seviyesinde gerçekleşirken, Ocak-Mart döneminde bu oran % 65’e gerilemiştir. Bankalarda ise geçen yılın tamamındaki % 82’lik uzun vadeli borç çevirme oranına karşılık Ocak-Mart dönemindeki oran % 54 ile oldukça düşük olmuştur.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Maç sahada, kredibilite uygulamada kazanılır...

Kapsam ve seçilen parametreler yönünden daha güçlü görünen mali kuralı, gözetim ve denetim alanlarındaki zayıflıklar nedeniyle örnek gösterilebilecek bir uygulama olarak nitelendirmekte zorlandığımı önceki yazımda vurgulamış, mali kuralın daha zayıf görünen noktalarına bu yazıda değineceğimi belirtmiştim. Aşağıda bu tespitlerim yer almaktadır.

Birinci tespit, kuralın varoluşuna yöneliktir. İşler iyi giderken tamam da, yeni bir ekonomik zayıflama döneminde hükümetlerin vergi indirimleri ve artırılan harcamalarla müdahalesine bir engel oluşturmadığı, mali kuralı uzun süredir uygulayan bir çok gelişmiş ülkenin kriz sırasında hızla artan bütçe açıklarından izlenmiştir. Yani, esas işe yaraması gereken dönemlerde kuralın varlığı bir anlam ifade etmemektedir.

İkinci tespit, gözetim ve denetime ilişkindir. Maliye’nin gerçekleştireceği gözetim ve raporlamayı Sayıştay’ın denetleyecek olması bağımsız kurul denetimi içeren diğer ülke örneklerine bakıldığında ideal bir formül gibi durmamaktadır.

Üçüncü tespit, kuraldan sapma halinde bir yaptırımın eksikliğidir. Sayıştay’ın denetimi sonrasında ortaya çıkabilecek herhangi bir uyumsuzluğun ne gibi sonuçlar ve yaptırımlar getireceği bilinmemekte, zor durumda kalındığında bu yasanın başka bir yasa teklifi ile değiştirilip değiştirilmeyeceğinin garantisi bulunmamaktadır.

Son tespit ise, mali kuralı güçlendirecek yan unsurların eksikliğine yöneliktir. Bir çok ülke uygulamasında mevcut olan mali kuralın yanında borç stokuna yönelik bir hedefi içermemesidir. Zira, özelleştirme gelirleri gibi bütçeye kaydedilmeyip bütçe finansmanında kullanılan gelirler borç stokunu etkilemekte ancak mali kuralın kapsamına girmemektedir.

Mali kural uygulamasının uzun dönemde bütçe açığını ve borç stokunu ne düzeylere getireceği de önem taşımaktadır. Hazine’den yapılan açıklamada, 10 yıllık bir dönemde genel yönetim açığının % 1'e yaklaşacağı, aynı dönemde borç stoku GSYH oranının da % 30'lara ineceği belirtilmiştir. Kuralın seçilen yakınsama katsayıları ve krizde verilen yüksek açık nedeniyle kriz öncesine dönüşü uzun zamana yaydığı böylece bütçe yönetimine önemli bir esneklik getirdiği izlenmektedir.

Hazine adına Sn. Çanakçı tarafından yapılan açıklamalarda kurala getirilen eleştirilere cevap verilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bence verilen en önemli mesajlar, mali kuralın zımni (örtülü) olarak borç hedefini içerdiği (herhalde % 30 kastediliyor) ve bunun iddialı bir borç hedefi olduğu, mali kurala geçiş için ilave ve ciddi bir sıkılaştırma gerekmediği, zira Orta Vadeli Program'da yer alan rakamlar ile mali kuralın ortaya çıkardığı rakamların birbirine paralel olduğuydu.

14 Mayıs 2010 Cuma

TV'de Konuk Olduğum Programlar

Seçim yılında mali disiplin, bir oksimoron mu?...

Mali kural, IMF ile son stand-by anlaşmasının bitiminden önce (Mayıs 2008) IMF çıpasının yerini alabilecek bir uygulama olarak bu köşedeki yazılarımda gündeme getirdiğim bir kurallı maliye politikası uygulamasıdır. Diğer bir deyişle, temel mali değişkenler üzerine konulan sayısal sınırlamaları içeren ve şeffaflık, öngörülebilirlik ve hesap verebilirlik gibi temel ilkeleri kamu maliyesine kalıcı olarak yerleştirmesi beklenen bir kurallar bütünüdür. Dolayısı ile, bir miktar gecikme olsa da, bu konuda düğmeye basılmış olunmasına herhalde en olumlu bakanlar arasındayım. Ancak, bu konudaki önceki yazılarımda da vurguladığım gibi, mali kural uygulamasının sihirli bir değnek olmadığının, aslında önemli olanın niyet olduğunun ve nihai değerlendirmenin uygulama sonuçlarıyla yapılabileceğinin de bilincindeyim. Ayrıca, vurguladığım diğer önemli bir unsur da, mali kural dizaynına sadece parametreler özelinde bakılmaması, uygulama, gözetim ve denetim esaslarını içeren yasal altyapının en az bu değerler kadar önemli olduğuydu. Bu açıdan baktığımda, kapsam ve seçilen parametreler yönünden daha güçlü görünen mali kuralı, gözetim ve denetim alanlarındaki zayıflıklar nedeniyle örnek gösterilebilecek bir uygulama olarak nitelendirmekte zorlanıyorum.

Mali kuralın iyi taraflarıyla başlarsak, mali kural kapsamının merkezi yönetim bütçesi ile sınırlı kalmamasını, önemli harcamacı kuruluşlar olan belediyeleri de kapsayan mahalli idareleri içermesini, olumlu buldum. Buna karşılık kuralın KİT'leri kapsamadığı, ancak KİT’lere toplamda borçlanma gereklerinin olmaması kriterinin uygulanacağı anlaşılmakta. Mali kural formülü için seçilen ve 10 yıllık uygulama süresince sabit kalması beklenen parametrelere gelince; söz konusu dört parametreden yakınsama katsayılarını gösteren (y) ve (k) katsayılarının 0.33, hedef kamu açığının % 1 ve reel büyüme hızının orta vadeli ortalamasının % 5 olarak seçildiğini gördük. Bütçe açıklarının uzun vadeli hedeften sapmasının ne hızda geri alınacağını yansıtan y katsayısının 0.33 ile üst sınıra yakın tercih edilmesini olumlu buluyorum. Seçilen katsayı sapmanın 3 yılda geri alınacağını göstermektedir, eğer 0.20 katsayısı seçilseydi sapmanın geri alınması 5 yıla yayılacaktı. Konjonktürün etkisinin hangi hızla kamu açığına yansıtılacağını gösteren k katsayısının da 0.33 ile üst sınıra yakın tercih edildiğini görüyorum. Büyüme karşısında mali taraftan verilecek tepkinin daha sınırlı boyutta kalmasının mali disiplin anlamında daha iyi bir sinyal olacağını düşünürken, bu yüzden daha düşük bir katsayı seçilmesini tercih ederdim. Hedef kamu açığının (a*) % 1 ile önerilen aralığın ortasında belirlendiğini görürken, bunun nötr bir tercih olduğunu düşünüyorum. Aralığın alt sınırına daha yakın bir tercih borç stokundaki düşüşün daha hızlı olmasını getirebilirdi. Büyümenin uzun dönemli ortalamasının (b*) ise % 5 ile üst sınırda tercih edildiği izlenmektedir. Burada Türkiye ekonomisinin kriz sonrası potansiyel büyüme oranının hangi düzeyde olduğu sorusu akla gelmektedir. Çıtanın yükseğe konması hem büyüme yüksek gerçekleştiğinde formülün ima ettiği kamu açığındaki azalışı sınırlayacak hem de büyümenin düşük kalması durumunda kamu açığının daha fazla büyütülmesini getirecektir. Baz etkisinin çok güçlü olduğu bu yıl bile büyüme beklentilerinin halen % 5'e ulaşmamış olması burada daha ihtiyatlı bir tercihi işaret etmekteydi. Bu konuya devam değineceğim...

Oksimoron: Birbiriyle çelişen ya da zıt iki kavramı, anlamı kuvvetlendirmek için birarada kullanmaktır.

Δa = y (a(t-1)–a*) + k (b–b*)

Hazine’nin belirlediği aralıklar ve yapılan tercih
y= 0.20 – 0.33 (0.33)
a*= 0.50 – 1.00 (-1.0)
k= 0.25 – 0.40 (0.33)
b*= 3.50 – 5.00 (5.0)

11 Mayıs 2010 Salı

İlk satış dalgasında W kampına atlayanlar...

Avrupa Birliği’nin oluşturduğu Avrupa Finansal İstikrar Mekanizmasının birliğin geleceğine ilişkin oluşan paniği yatıştıracağı düşüncesindeyim. Hafta sonunda alınan önlemler aslında Yunanistan’a yardımdan çok borç krizinin İspanya ve Portekiz gibi ülkelere yayılmasını engellemeyi amaçlıyordu. Zaten piyasaları aşırı baskı altına alan ve panikleten de bu salgının yayılacağı endişesiydi. Yüksek boyutlu parasal destek bu riski ortadan kaldırmış gibi görünürken, İspanya ve Portekiz’den 18 Mayıs’ta bütçeyle ilgili ek önlemleri sunmalarının istenmesi, Avrupa Merkez Bankası’nın üye ülkelerin devlet tahvillerini satın almasına kapı açılması ve repo fonlamanın vadesinin uzatılması gibi önlemler paketi iyicene güçlü kılmaktadır. Ancak yine de dün piyasalarda gözlenen ilk olumlu tepkinin sonrasını gözlemekte fayda bulunmaktadır. Ekonomide ve piyasalarda yükseliş yönünde gördüğüm ana eğilimin değişmediğini düşünürken, bu tip riskten kaçış dönemlerinin sıklıkla yaşanabileceğini ama ana eğilimi tersine çevirmede yetersiz kalacağını tahmin ediyorum. Yani ilk borsa satış dalgasında W kampına atlayanlardan değilim....

Öte yandan, dün yurtiçinde en önemli gelişme Mart ayı sanayi üretim verilerinin açıklanmasıydı. Aşağıda ayrıntılı değerlendireceğim ama veriler kısaca büyüme ve enflasyon üzerindeki yukarı yönlü risklerin devam ettiğini düşündürdü.

Sanayi üretim endeksi Mart ayında yıllık bazda % 21.1’lik bir artış göstererek, piyasa beklentilerinin ortalaması olan % 19.8’den yüksek gerçekleşti. Yüksek seviyede olan bu artışta, önceki yılın ekonomik krizden kaynaklanan üretim seviyesinin zayıflığı (baz etkisi) etkili olurken, veriyle birlikte açıklanan mevsimsel etkilerden arındırılmış endekste ise aylık % 0.9’lık bir artış gözlendi. Yeni verilerle, kriz sürecinde Mart 2008 - Şubat 2009 arasında toplam % 20.2 düşüş gösteren mevsim ve takvim etkilerden arındırılmış sanayi üretim endeksinin, bu tarihten beri % 17.4 oranında toparlandığını hesaplamaktayım. Bu veriyle birlikte ilk çeyrekte sanayi üretim artışı da % 17.2 düzeyinde gerçekleşti. Bu ise ilk çeyrekte çift haneli büyüme görülmesi ihtimalini arttırırken, 2010 yılı konsensüs üzeri büyüme tahminimle (% 6) de uyumlu göründü. Hatırlayacağımız gibi, Merkez Bankası Reel Kesim Güven Endeksi ve Türkiye imalat sanayi PMI endeksi Nisan ayında da yükselişlerini sürdürmüş ve tarihi yüksek seviyelerine yaklaşmıştı. Kapasite kullanımı da belirgin artış göstermişti. Sanayi üretiminde devam eden toparlanma ile birlikte değerlendirildiğinde, büyüme açısından risklerin yukarı yönlü devam ettiğini söyleyebilirim. Enflasyonda da yukarı yönlü riskler gündemde olduğundan, Merkez Bankası’nın son çeyrek olarak ilan ettiği faiz artırımlarının daha erken gerçekleşme riski geçerliliğini korumaktadır.

7 Mayıs 2010 Cuma

İthal krizin ihracat faturası...

Küresel kriz sırasında yurtiçi talebin dış talebe göre daha önemli olduğu büyük ekonomilerden biri olan Türkiye ekonomisinin, sonuç olarak dışsal olan bu şoktan özellikle sanayi üretimi, kapasite kullanımı ve istihdam gibi alanlarda niye bu kadar olumsuz etkilendiği sorusu gündeme geliyor, ancak tatmin edici bir yanıt ortada görünmüyordu. Bu zor günler geride bırakılmış gibi görünse de, ekonomik aktiviteyi olumsuz etkileyen kanalların iyi analiz edilmesinin, ileriki yıllarda da küresel büyüme döngüsü içinde benzer evrelerden geçildiğinde kırılganlığın azaltılmasına katkı sağlayacağını düşünüyorum. Bu bağlamda, tüm etkileşimleri kapsamasa da bu alandaki somut verilere dayanan yeni bir değerlendirmenin Merkez Bankası’ndan gelmesini memnuniyetle karşıladım. Konuyla daha yakından ilgilenenleri Enflasyon Raporu’nda yer alan “Küresel Kriz, Dış Talep Şokları ve Türkiye Ekonomisi” başlıklı analizin tamamını okumaya davet ederken, aşağıda bu analizin önemli tespitlerini özetlemeye çalışacağım.

Analiz, uluslararası ticaretteki daralmanın küresel finans krizi boyunca iktisadi faaliyeti olumsuz etkileyen en önemli etkenlerden biri olduğunu vurgulayarak başlıyor. Gerçekten de, kriz öncesi ortalama yıllık büyümesi % 20 civarında seyreden dünya ticareti 2009’da % 20’nin üzerinde daralma gösterdiği biliniyor. Doğal olarak çok sayıda ülkenin verileri kullanılarak varılan ilk sonuç, milli gelir içerisinde ihracatın payı yüksek olan ülkelerde büyüme hızının, düşük olan ülkelere kıyasla daha olumsuz etkilendiği oluyor. Ancak Türkiye, milli gelirde ihracatın payının düşük olduğu ülkelerden olduğu için (ihracat payı yüksek olan ülkelerde, ihracatın milli gelire oranı ortalama olarak % 68.7, ihracat payı düşük olan ülkelerde ise % 17.5’dir. Türkiye için bu oran % 17 civarında) cevabı başka yerde aramak gerekiyor. Analiz, küresel finans krizinin dış talep kanalıyla Türkiye ekonomisi üzerindeki etkisinin Türkiye’nin ülke sıralamasındaki göreli konumunun ima ettiğinden daha belirgin olduğunun görüldüğünü belirttikten sonra, ihracat pazarlarının dağılımı ile ihracat ürünlerinin kompozisyonunun söz konusu gelişmede belirleyici olduğunun düşünüldüğünü aktarıyor.

Daha açık bir ifadeyle, Türkiye ekonomisinde ihracatın payı görece düşük olmasına rağmen, ihracat pazarlarımızın krizden göreli olarak daha çok etkilenen gelişmiş ülkelerden oluşması ve ihracatımızın kompozisyonunun ağırlıklı olarak küresel ekonominin devresel hareketlerine duyarlı ürünlerden oluşması dış talep şokunun Türkiye ekonomisi üzerindeki olumsuz etkisini belirginleştirmiştir, deniyor. Zira, Türkiye’nin toplam ihracatında, gelişmiş ülkeler, özellikle AB ülkeleri önemli bir paya sahipken, bu pazarlara yapılan ihracat, toplam ihracatın yaklaşık üçte ikisini oluşturmakta ve bu ölçüte göre yapılan sıralamada Türkiye, 105 gelişmekte olan ülke arasında 49. sırada yer almaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin büyük ölçüde imalat sanayi ürünleri ihraç eden bir ülke olduğunu, ihracatımızdaki otomotiv, makine-ulaşım parçaları ve demir-çelik ürünlerinin sırasıyla, % 14, % 13 ve % 13 gibi yüksek paylara sahip olması yansıtmaktadır. Türkiye, özellikle otomotiv ve demir-çelik ürünlerinde, 139 ülke arasında, toplam ihracat içinde en yüksek paya sahip olan ilk 10 ülkeden biridir. Dolayısıyla, ağırlıklı olarak yatırım ve dayanıklı tüketim malları ihraç eden ancak ekonomisi içinde ihracatın payı yüksek olmayan diğer ülkeler gibi Türkiye’nin de küresel kriz sürecinde olumsuz dış talep koşullarının etkisinde kaldığı gözlenmektedir.

4 Mayıs 2010 Salı

Enflasyona telekom freni...

Enflasyonda geçen yılın baz etkisi nedeniyle yükseliş devam etti ancak ayrıntılara inildiğinde temel enflasyon eğiliminde rahatlatıcı gelişmeler vardı. Aylık artışın beklentilerin altında kalmasındaki en önemli etken ise, telefon arama ücretlerinde gerçekleşen sürpriz düşüştü. Sabit hatlardan GSM aramalarında gerçekleşen % 11.5 düşüşün TÜFE’ye azaltıcı etkisi 0.25 puan civarında oldu. Bu düşüş aynı zamanda en başta TCMB’nin favori göstergesi (I) olmak üzere çekirdek enflasyon göstergelerindeki yükselişi de sınırladı. Böylece yıllık TÜFE % 9.6’dan % 10.1’e yükselirken, çekirdek (I) yıllık artışı % 5.4’den % 5.7’e sınırlı bir artış gösterdi. Bilindiği gibi, son aylardaki enflasyon dalgalanmasında 2009 yılının Mart ayının ortasında yürürlüğe konan, daha sonra Haziran ayında kısmen ve Ekim ayında tamamen geri alınan geçici vergi indirimlerinin etkisi bulunmaktaydı. Bu nedenle, temel enflasyon göstergelerinde Mart ve Nisan ayında yukarı yönlü, Haziran, Temmuz ve Ekim aylarında ise aşağı yönlü bir etki görülecekti. Örneğin; Merkez Bankası Nisan ayında sadece bu vergi etkisi nedeniyle çekirdek (I) göstergesinin yıllık değişiminin 0.8 puan artış göstermesini beklediğini Enflasyon Raporu’nda vurgulamıştı. Dolayısı ile, çekirdek artışının sınırlı kalmasının TCMB’yi de biraz olsun rahatlattığını söyleyebiliriz.

Et fiyatlarındaki yükselişin Nisan ayında da devam ettiği gözlenirken, bu nedenle işlenmemiş gıda fiyatlarının yıllık artışının % 18.9’a yükseldiği izlendi. Buna karşılık, işlenmiş gıda fiyatları yıllık artışı % 3.6’ya geriledi. Et fiyatlarının TÜFE içindeki ağırlığı % 4.9 civarındadır. Buradaki artışın yıllık enflasyona katkısı Mart sonunda 1.7 puan olarak TCMB tarafından açıklanmıştı. Bu son yükselişle katkının 2 puana yaklaştığını düşünüyorum. Bu nedenle önümüzdeki aylarda hükümet tarafından alınan et ithalatı kararının fiyatlara ne ölçüde yansıyacağı buradan enflasyona yansıyacak düşüş açısından önem taşımaktadır. Üretici fiyatlarındaki sert artışın ise büyük ölçüde tarım fiyatlarından kaynaklanması nedeniyle gıda grubu dışında tüketici fiyatları açısından büyük bir baskıya işaret etmediğini düşünüyorum.

Böylece ekonomideki canlanmanın hız kazanmasına rağmen enflasyon görünümünün Nisan ayında göreceli bir iyileşme gösterdiği söylenebilir. Yıllık enflasyonun önümüzdeki aylarda % 10 seviyelerinde seyredeceğini ve yılın 4. çeyreğine kadar yüksek seviyelerde kalacağını düşünüyorum. Baz etkisinin yılın son çeyreğinden itibaren olumlu yönde etkili olmasıyla TÜFE’nin yıl sonuna doğru % 8.0 seviyesine gerilemesi de söz konusu olabilir. Hatırlanacağı gibi, Merkez Bankası’nın yılın son çeyreğine kadar faizleri düşük seviyelerde bırakma yönündeki kararlı tutumu sebebiyle ilk faiz artırımının Ekim’de başlayacağı ve 2010’un tamamında artırımların 150 baz puan olacağı yönündeki orijinal tahminime geri dönmüştüm. Nisan ayı enflasyonu da Merkez Bankası’nın bu yöndeki görüşünü destekler niteliktedir. Enflasyonun temel eğilimi önümüzdeki aylarda da ekonomideki ısınmaya rağmen görece düşük seviyelerde kalmaya devam ederse Merkez Bankası’nın tahminleri doğrultusunda, yılın son çeyreğine kadar faizleri düşük tutması imkan dahilinde olacaktır.