26 Şubat 2010 Cuma

Bir Ekonomist Gözüyle Siyaset...

Siyasetin bir ekonomik değerlendirme yazısına girmesi için ilk şart görünümde bir belirsizliğin ortaya çıkması durumudur. Ekonomik analizler için siyaset dışsal bir faktörken, önemli olan iktidarda kimin olduğu değil siyasi istikrarın olup olmadığıdır. Yani zayıf koalisyonlar ve kıl payı çoğunlukla kurulan iktidarlar hem siyasi istikrar açısından hem de ekonomik politikaların sürekliliği açısından önemli tehdit olarak görülür. Türkiye’nin siyasi tarihine bakıldığında, güçlü büyüme dönemlerinin ve bu doğrultuda gelişmiş ülkelere yakınsamada ilerleme sağlanmasının hep tek parti iktidarları döneminde olması da bu bakış açısını güçlendirmiştir. Dolayısı ile, son dönemde hükümetin yargı ve TSK ile ilişkilerinde artan gerginlik ve yasama çalışmalarında yaşanan tıkanma ile beraber referandum seçeneğini gündeme getirmesi, gelecek için farklı senaryolar üretilmesine, kısacası belirsizliğe yol açmıştır diyebiliriz.

Bu senaryolara ve olası etkilerine geçmeden önce mevcut duruma ilişkin bir kaç tespit yapmak faydalı olacaktır.
Birincisi; milletvekili genel seçimlerinin normal zamanı Temmuz 2011 iken mevsim koşulları nedeniyle zaten en geç Mart 2011’de yapılması beklenmektedir.
İkincisi; 2007 yılında seçilen Cumhurbaşkanı’nın görev süresine (5 ya da 7 yıl) ilişkin belirsizlik sürmektedir.
Üçüncüsü; iki dönem üstüste iktidara gelen partilerde görüldüğü gibi AKP’nin popülaritesindeki yükseliş eğiliminin yerel seçimlerde kesintiye uğradığı, sonrasında yapılan anketlerde de kan kaybının devam ettiği görülmektedir.
Dördüncüsü; demokratik (Kürt) açılım ve yargı reformu olarak lanse edilen, kapsamlı yasa ve anayasa değişiklikleri içeren planları mevcut koşullarda uygulamanın zor görünmesidir.
Beşincisi ise; AKP için yeni bir kapatma davası açılacağına ilişkin haberlerdir.

Bu tespitler uzatılabilir, ancak önemli olan bütün bu baskı ve tıkanmaların hükümeti referandum gibi riskli bir demokratik süreci göze alma noktasına getirip getirmediğidir. Daha kısa süre öncesine kadar, meclis aritmetiği ve gizli oylama nedeniyle grupta fire olasılığı dikkate alınarak bu seçeneğin zorlanmayacağı ifade edilmekteydi. Bu unsurlarda ne değişti ki?...

Referandum riski göze alınan değişikliklerin neler olduğu Adalet Bakanlığı web sitesinde yayınlanan Yargı Reformu Stratejisi metninden ayrıntılı olarak bulunabilir. Bunların en önemlileri ise, Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısı ve üyelerinin atanmasına ilişkin düzenleme, askere sivil yargı yolunun açılmasına ilişkin değişiklik ve siyasi partilerin kapatılması zorlaştıracak hükümlerdi. Bilindiği gibi, bir anayasa değişikliğinin referandumsuz kabulü için TBMM üye tamsayısının (550) üçte ikisinin (367) oyu gerekiyor. Referandum koşuluyla anayasa değişikliği için ise en az 330 kabul oyu gerekiyor. AKP’nin Meclis’teki üye sayısı 337 ancak Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin oy kullanamayacağına göre geriye 336 kalıyor.Bu durumda, referandum koşuluyla anayasa değişikliği için kağıt üzerinde bir sorun görünmüyor. Ancak daha önce Kürt açılımı tartışmaları ve siyasi gerilim nedeniyle parti içinde doğan rahatsızlıklar yüzünden böyle bir oylamada fire verilebileceğinden endişe ediliyor, böyle bir ihtimale karşı BDP’nin desteğinin (20 sandalye) alınması bir alternatif gibi görünüyor ama bu destek karşılıksız olmayacağından (BDP’nin taleplerinin de pakete eklenmesi) çok olası bulunmuyordu. Konuya devam edeceğim...

23 Şubat 2010 Salı

Faiz artırımından önce yapılacak bir şey var mı?...

Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası bir süredir başka bir çok ülke gibi politika faizlerini belirgin bir toparlanma görülene kadar yani uzunca bir süre sabit tutma mesajı vermektedir. Bu doğrultuda, faiz kararlarında enflasyon ve ekonomik aktivite verilerine bağımlılık artmış, bu alanlardaki temel eğilimi doğru tespit edebilmek büyük önem kazanmıştır. Para Politikası Kurulu’nun her ay gerçekleşen toplantıları sonrasında yayınlanan kısa notlarda, ufak kelime ve cümle değişiklikleriyle ekonomik aktivite için giderek daha olumlu değerlendirmelerde bulunulduğu gözlenmektedir. Öyle ki, kapasite ve istihdam koşullarını temsil eden ekonomide kaynak kullanımı için, geçmişte daha olumsuz bir görünüm çizilirken, bugün itibarı ile kaynak kullanımının “bir müddet daha” düşük düzeylerde kalacağı noktasına kadar gelmiş görünmekteyiz.

Faiz oranlarının uzun bir süre düşük düzeylerde tutulması gerekeceği söylemine rağmen, Merkez Bankası da, bizler de yakın gelecekte faizlerin artış yönünde hareket edeceğini bilmekteyiz. Bilmediğimiz ise, artırıma hangi ay başlanacağı ve ne boyutta gerçekleşeceği ki, buna Merkez Bankası’nın da önyargıyla yaklaşmayacağını ve verilere bakarak hareket edeceğini düşünüyoruz. Bu sürecin bir diğer önemli belirsizliği ise, faiz artırımlarından önce diğer para politikası araçları ve likidite imkanlarının finansal koşullarda sıkılık yaratmak amacıyla kullanıp kullanılmayacağı konusudur. Bazı yorumlarda, Merkez Bankası’nın bu süreci Türk Lirası zorunlu karşılıklarda artışa giderek başlatacağı şeklinde değerlendirmeler görmekteyiz. Merkez Bankası’nın 2008 son çeyreğinden itibaren hissedilen krizde hangi sırayla bu tip düzenlemelere gittiğini hatırlamanın yararlı olacağını düşünüyorum. İlk önlemler, o dönemdeki yoğun sermaye çıkışları nedeniyle daha çok döviz likiditesi destekleri ve YP zorunlu karşılıkların indirilmesi (5 Aralık 2008’de % 11’den % 9’a) şeklinde olmuş, bizi şu anda daha fazla ilgilendiren TL cinsi önlemlerden ilki ise 17 Haziran 2009’da uzun vadeli repolara (3 ay) başlanması olmuştu. Bu doğrultudaki son önlem ise, 16 Ekim 2009’da TL zorunlu karşılıkların % 6’dan % 5’e inmesi şeklinde gerçekleşmişti. Politika faizlerinde indirim ise tüm bu önlemlerden önce başlamıştı. Dolayısı ile, geri dönüşün LIFO ya da FIFO şeklinde (muhasebedeki son giren ilk çıkar ve ilk giren ilk çıkar kavramları) olması TCMB’nin bankacılık sistemi likiditesi ve kredilerdeki büyüme gibi unsurları dikkate alarak yapacağı bir tercihe benziyor.

19 Şubat 2010 Cuma

Makroekonomik Politikayı Yeniden Düşünmek...

Küresel krizde en ciddi itibar kaybına uğrayan kesimler arasında ekonomistler yer alırken, ezberlerin en fazla bozulduğu alanlardan biri de makroekonomik politikalar oldu. Dolayısı ile günah çıkarma işlevi gören akademik çalışmalar son dönemde artarken, bunların en çarpıcılarından biri de, geçen hafta IMF Baş ekonomisti Olivier Blanchard’ın, bir IMF notu olarak yayımlanan “Makroekonomik Politikayı Yeniden Düşünmek” başlıklı çalışmasıydı. Söz konusu çalışmada henüz sadece genel ilkelerin tartışıldığını görürken, burada değinilen kavramların önümüzdeki dönemin yeni küresel finansal mimarisi ve ekonomik düzeninin önemli tamamlayıcılarından olması ihtimalinin yüksek olduğunu belirtmeliyim. Ne yazık ki, çalışmanın tümüne değinmek için yerim yok ama en azından ne anladığımı aktarmaya çalışacağım. Çıkarılan ders özetle şu; normal zamanlarda ekonomiler düşük enflasyon hedeflediğinden para politikası faizleri düşük seyretmekte, kriz sırasında indirimler başlasa bile faizler negatife geçemeyeceğinden bu politika aracının etkinliği azalmaktadır. Ayrıca, iyi zamanlarda yeterli mali alan yaratılmadığından maliye politikasının kriz sırasında döngü karşıtı bir politika aracı olarak kullanılması da sınırlanmaktadır. Bir diğer sorun da, varlık fiyatlarındaki şişkinlik ve aşırı risk alımı gibi problemlerin çözümünün de para politikasından beklenmesidir.

Şimdilik ilke bazında olsa da, getirilen çözümler ise şu şekilde;
1) Normal zamanlarda merkez bankalarının enflasyon hedefini % 2 değil de daha yüksek örneğin % 4 olarak belirlemelerinin, enflasyon bekleyişlerini yukarı çekerek gelecekte beklenen reel faiz oranını düşürmesi ve bugünkü ekonomik aktiviteyi canlandırması. Aynı zamanda bir şok durumunda politika faizinde düşüş için daha fazla yer açması.
2) İyi zamanlarda elde edilen mali fazlanın harcama artışına veya vergi indirimine dönüşmek yerine borç azaltımında kullanılması, böylece gerekli durumlar için mali alan yaratılması.
3) Doğru bir denge kurmak kaydıyla para politikası ve düzenleyici politika araçlarının kombine edilmesi ve bunun ayrı bir düzenleyici otorite (BDDK gibi) yerine Merkez Bankaları tarafından yürütülmesi. Bunun için de Britanya Merkez Bankası’nın (BOE) önerilerine yer veriyorlar. Yani düzenleyici araçların döngüsel olarak kullanımı diyebiliriz. Örneğin; mali sistemde kaldıraç yüksekse sermaye oranlarının yükseltilmesi, likidite düşükse likidite oranlarının artırılması gibi.

Yukarıda bahsettiğimiz bu önerilerin herbirinin önümüzdeki dönemde büyük tartışmalar getireceğini düşünüyorum. Türkiye’de de bu argümanlara sahip çıkanlar kadar karşı çıkanlar da olacaktır. Bizim açımızdan çarpıcı olan, Türkiye’nin para ve maliye politikalarında buradaki önerileri proaktif olarak uygulamış gibi bir görüntü vermesidir. Türkiye, 2007 yılında enflasyon hedeflerini üç yıl için yukarı çekmiş, son olarak orta vadeli enflasyon hedefini %5’e yükseltmiş, kriz sırasında çok yüksek olan politika faizini hızla indirmiş, daha önce borç stoku/GSYH oranını düşük seviyelere indirdiğinden bütçede kriz öncesi verilen yüksek faiz dışı fazlayı ise hızla eritmiştir. Şablona uymayan tek unsur ise, bankacılık için ayrı bir düzenleyici otoritenin bulunması gibi görünmektedir. Bu çalışmada getirilen önerilere ileride G20 tarafından da benimsenmesi durumunda daha ayrıntılı değinme sözü vererek yazımı bitiriyorum.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Eski reformlara şükran, yenileri gelmezse hüsran...

AB Liderler zirvesinden çıkan karar beklentileri karşılayacak gibi görünmese de, bana göre hem birliğin sıkıntılı durumdaki üyesinin arkasında durduğunu hem de bu desteğin karşılıksız olmayacağını içeren dengeli bir mesajdı. Yunanistan’ın mali destek talep etmediği de vurgulanarak verilebilecek desteklere ilişkin miktar ve nitelikleri (Yunanistan’a düzenli olarak yapılan yardımların erkene çekilmesi, Euro Bölgesi garantili tahvil ihraç etmek ve AB devletleri veya Avrupa Yatırım Bankası tarafından Yunanistan tahvillerinin satın alınması) açıklama baskısının azaltılması hedeflendi. Bugünkü Ecofin toplantısında olası destekler için koşulsallığın (bütçe açığının 2010’da %4’e inmesi gibi) netleşmesi beklenirken, sonrasında ise uygulamayı AB Komisyonu’nun IMF’nin de uzmanlığından faydalanarak izlemesi ve Mart ayında ilk değerlendirmesini yapması öngörülüyor.

Bütün bu gelişmeleri izledikten sonra, bankacılık sistemlerini sarsan küresel kriz sırasında 2001 krizi sonrası bankacılık reformumuzun gerçekleştirilmesine nasıl şükrettiysek, yine o dönemin kamu mali reformu ve en azından 2006 sonuna kadar sürdürülen sıkı mali disiplin için de herhalde bugünlerde aynı hisleri paylaşıyor olmalıyız. Ancak, geçmiş çabaların getirdiği kazanımlarla sağlanan göreceli konum ve avantajımızla, kısacası ekonomik ve finansal kırılganlığımızın azalmasıyla yetinmemeliyiz. Günümüz şartlarını da dikkate alan ikinci nesil reformlarla bahsettiğimiz alanlarda geriye kalan yapısal sorunları çözerek yeni bir sıçramanın altyapısını hazır hale getirme gereğimizin devam ettiğini unutmamalıyız. Bu bağlamda, arkasında IMF desteği olsun olmasın, güçlü politikalar içeren ve kredibilitesini uygulama ile sağlayacak bir programa olan ihtiyaç sürmektedir. Evet, elimizde Orta Vadeli Program (OVP) vardır ama hem içerdiği hedeflerin altının doldurulmasına hem de bu hedeflere ulaşmak için gerekli irade ve niyetin ne denli güçlü olduğunun test edilmesine ihtiyacı vardır. Bu doğrultuda, OVP’de ilk çeyrekte yasalaşması taahhüt edilen mali kurala ilişkin gelişmelerin iyi bir sınav fırsatı verdiğini düşünüyorum. Mali kural parametrelerine ilişkin çeşitli kesimlerden görüş alındığını, zaten dar bir aralıkta belirlenen parametreler için genel eğilimin ortaya çıktığını düşünüyorum. Buna karşılık, yasal hazırlıkların gelecek bir kaç ay içinde devam ederek Mayıs ayındaki 2011 bütçe hazırlıklarına yetişeceğinin ifade edilmesi, verilen taahhüt açısından bir gecikmeye işaret etmektedir. Bu sürecin daha da uzaması durumu, hem OVP’nin kredibilitesi hem de zaten azalan IMF anlaşması beklentisi açısından ağır bir darbe olacaktır. Aslında, ilk kez Ekim ayındaki yazımda değindiğim gibi, OVP hedeflerinin, IMF’nin program yaptığı ülkelerdekinden biraz daha gevşek olsa da, buralarda çizilen genel mali çerçeve ile uyumlu olduğunu düşünüyorum. Başka bir deyişle, mali kural ile birlikte buradaki hedeflere nasıl ulaşılacağı konusunun altı doldurulursa, OVP’nin, IMF ile olası bir anlaşmaya da zemin oluşturabileceği düşüncesindeyim. Hafta içinde Sn. Babacan tarafından yapılan açıklamada da, mali kuralın 2011 ve 2012 OVP hedefleriyle aşağı yukarı uyumlu olacağı belirtilmiştir. Dolayısı ile parametrelerin de aşağı yukarı netleştiği anlaşılırken, uygulamadaki gecikmeyi anlamak ise daha zorlaşmaktadır.

12 Şubat 2010 Cuma

Yeni bir ekonomik deprem değil küresel krizin artçı sarsıntıları...

Yaklaşık iki haftadır piyasalar Yunanistan ile yatıp kalkıyor. Siz bu satırları okuduğunuz sıralarda borç krizine giren komşu ülkenin AB tarafından nasıl kurtarılacağını muhtemelen öğrenmiş olacaksınız. Umarız bu karar son dönemdeki tansiyonun düşmesine biraz olsun yardımcı olur. AB liderlerinin açıklayacağı planın ayrıntılarını öğrenmemiz ise Pazartesi günkü maliye bakanları toplantısına kalabilir. Ama eldeki imkanlar da bilmekteyiz. Avrupa Birliği kanunu, üye ülkelerin diğer üyelerin borcunu üstlenmesini engellediğinden, AB’nin yardım konusunda yapabilecekleri şöyle sıralanabilir; Yunanistan’a düzenli olarak yapılan yardımların erkene çekilmesi, Euro Bölgesi garantili tahvil ihraç etmek ve AB devletleri veya Avrupa Yatırım Bankası tarafından Yunanistan tahvillerinin satın alınması olarak sıralanıyor. Gelen haberlerden anlaşıldığı kadarıyla, garantili tahvil ihracı veya Yunanistan tahvillerinin satın alınması daha yüksek ihtimal gibi duruyor. Bu saydıklarımızın ikili veya üçlü kombinasyonları da söz konusu olabilir. Bu tespiti yaptıktan sonra, bu noktaya nasıl gelindiğine değinmenin faydalı olacağını düşünüyorum.

Bana göre, borç krizi olarak da nitelendirebileceğimiz bazı AB üyesi ülkelere yönelik mali sürdürülebilirlik endişelerinin, yeni bir ekonomik deprem değil tarihteki en derin resesyonlardan birinin artçı sarsıntıları olduğu unutulmamalıdır. Krizle birlikte geri çekilen özel tüketim ve yatırımın yerini dünyanın her yerinde kamu kesimi doldurmaya çalışmış, bu durum önce bütçe dengelerini hemen sonrasında ise kamu borcu oranlarını hızla kötüleşmiştir. Bu gelişmenin hem zorunlu bir yönelim hem de ekonomik aktiviteyi biraz olsun toparlamanın önceden kabul edilmiş bir maliyeti olarak görüldüğü bilinmektedir. Bu yüzden de, gevşek maliye politikalarından çıkış stratejilerinin hazırlanması ve bazı yerlerde uygulanmaya dahi başlanması, bütçe dengeleri bozulmaya başladığından beri ısrarla vurgulanmaktadır. Ancak, kriz öncesinde bile yapısal mali problemlerini çözememiş olan en zayıf halkalar için bırakın böyle bir planı uygulamayı hazırlamak dahi çok olası görünmüyordu. Bu ise, kısa sürede piyasa hedefi olacakları anlamına gelmekteydi.

Her neyse olan oldu, sonuçta bu kez bir banka veya şirketin değil bir ülkenin kurtarıldığını izledik. AB şartlarını zorlayarak kendi haline bırakılması durumunda mevcudiyetini ve hatta Para Birliğini de sarsacak bir sorunu çözme yoluna gidiyor. Her ülke bu kadar şanslı olmaz...

9 Şubat 2010 Salı

Faizlerin yönü için bırakalım da veriler konuşsun...

Enflasyon izin verirse Türkiye’nin para politikasını sıkılaştırmak için acele etmesine gerek olmadığı görüşünü uzun süredir koruduğumu, ancak bu argüman için veya Merkez Bankası’nın faizler uzun süre sabit kalacak söylemi için, esas belirleyicinin temel makro göstergelerin seyri olacağını belirtmiştim.

Bu bağlamda, yıllık enflasyon Ocak ayında sert bir yükselişle % 8.2’ye çıksa da, öncü verilerin işaret ettiği kadar korkutucu bir yükseliş olmaması ve henüz çekirdek enflasyon göstergelerinde bir bozulma yaşanmaması bir ölçüde rahatlatıcı olmuştur. Merkez Bankası’nın en fazla önem verdiği çekirdek fiyat göstergesindeki ( I ) yıllık artış önceki aya göre değişmeyerek % 3.8 seviyesinde kalmış, hizmet fiyatlarındaki yıllık enflasyon ise % 5.35 ile önceki aya göre hafif bir yükseliş göstermiştir. Ayrıca, Şubat başında beklenen doğalgaz zammının belli olmayan bir süre için ertelenmesi TÜFE’nin yükselebileceği üst sınırı aşağı çekmiştir. Yine de, önümüzdeki aylarda % 9’a yaklaşılması olası görünürken, hedefin üzerinde bir seyrin uzun süre devam etmesi beklenmektedir. Ama bundan önemlisi, böyle bir seyrin enflasyon beklentileri üzerindeki etkisi olacaktır. İleriye yönelik enflasyon beklentilerinin mevcut yıllık enflasyon oranı ile sıkı bir ilişki içinde olması, beklentilerde başlayan kötüleşme eğiliminin kademeli de olsa devam edeceğini düşündürmektedir. Hemen para politikası üzerinde bir etkisi olmasa da, kısa vadede önemli olabilecek diğer veriler ise; üretim görünümü açısından 8 Şubat’ta açıklanacak Aralık ayı sanayi üretimi, iç talep görünümü açısından 10 Şubat’taki CNBC-e Tüketim Endeksi ve istihdam açısından 15 Şubat’taki işsizlik verileridir.

Bu verilerden ilki, faiz açısından olumsuz yönde gerçekleşmiştir. Sanayi üretim endeksi Aralık ayında yıllık bazda % 25.2’lik belirgin bir sıçrama göstererek, piyasa beklentilerinden iyi gelmiştir. Bu yükselişte, çalışma günü sayısının önceki yıla göre daha fazla olması ve önceki yılın üretim seviyesinin zayıflığı etkili oldu. Eğilim açısından daha önemli bir gösterge olan mevsim ve takvim etkilerden arındırılmış endeks ise önceki aya göre % 0.7’lik sınırlı bir artış göstermiştir. Böylelikle, sanayi üretimi son çeyrekte % 9 yıllık artış göstererek bu dönemde yüksek bir GSYH artışını garanti altına almıştır. Verilere ilk kabaca bakış, son çeyrekte % 5-6 aralığında bir GSYH artışı ve 2009 yılı için % 5-5.5 aralığında önceki tahminlere göre daha sınırlı bir daralmaya işaret etmektedir. Bu görünüm aynı zamanda, 2010 yılı için % 5.0 seviyesinde olan büyüme tahminim üzerinde riskleri de yukarı yönde göstermektedir.

Öte yandan, Çarşamba günü açıklanacak Tüketim endeksinin ise Aralık 2009’da son iki yılın en yüksek değerine (185) ulaştıktan sonra Ocak’ta gerileme göstermesini normal görüyorum. Ancak 150 seviyesinin altına inmedikçe, iç talebin büyümeye katkı yapmaya ilk çeyrekte de devam ettiği anlamına gelecektir.

Son olarak da, Ekim ayında olumlu sürpriz yaparak % 13 ve % 16.4’e gerileyen işsizlik ve tarım dışı işsizlik oranlarının bu eğilimi koruyup korumayacağını da kritik görmekteyim. Ekim’de ayrıca tarım dışı istihdamdaki yılık değişim uzun bir aradan sonra 156 bin kişi ile henüz sınırlı olsa da ilk kez pozitif bölgeye geçmişti. Mevsimsel olarak Kasım’da önceki aya göre yükseliş olması normaldir. Dolayısı ile düşüşün devam etmesi durumunda işsizlik oranında iyileşme eğiliminin göründen çok daha güçlü olduğu söylenebilecektir. Ancak, burada bir önemli hatırlatma yapmak da gereklidir. Ekim verileri derinlemesine incelendiğinde istihdam piyasasındaki iyileşmenin bir kısmının kamunun toplum hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler tarafında artan geçici işçi alımlarından kaynaklandığı görülmektedir. Bu gelişmeye veri sonrası yapılan yorum ve analizlerde değinilmemesini (TCMB dahil) önemli bir eksiklik olarak görüyorum. Hatırlanacağı gibi, geçen yıl ekonomik krize karşı bir önlem olarak, 6 aylık süre için kamu sektöründeki istihdamı 120 bin kişi artırmaya yönelik bir düzenleme yürürlüğe konulmuştu. Bu doğrultuda söz konusu sektörde istihdam artışının son iki ayda 227 bin kişi olduğu izlenmekteydi.

5 Şubat 2010 Cuma

Büyüme ve enflasyonda riskler yukarı yönlü...

Dünya genelinde ekonomilerde geçen yılın son aylarında yakalanan ivmelenmenin yeni yılın ilk ayında güçlenerek devam ettiğini izledik. Özellikle, yeni bir ekonomik zayıflama ihtimalinin azalmasıyla beklentilerde iyileşmeler görülmesi bu ivmelenmenin en önemli destekçisi olarak görünüyor. Ocak ayına ait açıklanmış Satınalma Yöneticileri Endeksleri (PMI) dünya genelinde toplulaştırıldığında gelinen noktanın son 5.5 yılın en yüksek değeri olduğunu, ekonomide daralmayı işaret eden 50 seviyesinin altında artık hiç bir ülkenin kalmadığını gözlüyorum. Elbette toparlanmayı güçlendiren sadece beklentiler değil, ekonomik döngünün önemli aşamalarından biri içinde olmamız, şartlarda hiç bir değişiklik olmasa da, bazı gelişmeleri yanında getiriyor. Bir diğer deyişle, üretici sektörlerde stokların toplam talebe daha uyumlu noktalara getirilme çabaları sonuç vermişe ve nihayetinde üretim artışlarını tetiklemişe benziyor.

Bu doğrultuda, dünya genelinde büyüme tahminlerinin sürekli olarak yukarı yönlü güncellendiğini (son olarak IMF küresel büyüme tahminini % 3.1’den % 3.9’a çıkardı) ve Türkiye ekonomisi için konsensüs üzeri olan büyüme tahminimin (% 5) yaygın kabul görmeye başladığını izliyorum. Son dönemde yurtiçi ekonomik aktiviteye ilişki gelen veriler, baz etkisi ile olsa da, çift haneli artışlar kaydederek moralleri yüksek tutarken, aslında hala güçlü olarak nitelendirilemeyecek toparlanmaya ilişkin algılamanın olumlu tarafta kalmasına neden oluyor. Bu bağlamda, hafta başında açıklanan Tüketici Güven ve Türkiye PMI endekslerinin Ocak ayında sıçramasını önemsiyor ve büyüme için riskleri yukarı yönlü devam ettirdiğini düşünüyorum. Buna karşılık, şu ana kadar ekonomide kaynak kullanımının (kapasite kullanımı ve istihdam) düşük kalması ise, bir yerde hem daha alınacak çok yol olduğunu hem de kaynak kullanımında devam eden ılımlı toparlanmadan doğabilecek enflasyon baskısının kısa vadede rahatsız edici boyutlara ulaşmayacağını düşündürüyor. Çelişkili gibi görünebilir ama söz konusu eğilimler daha belirginleşene kadar Türkiye ve bir çok gelişmiş ülke için mevcut durumu iyi yansıttığını düşünüyorum.

Bu yüzden de, enflasyon izin verirse Türkiye’nin para politikasını sıkılaştırmak için acele etmesine gerek olmadığı görüşünü uzun süredir korumaktayım. Ancak bu argüman için veya Merkez Bankası’nın faizler uzun süre sabit kalacak söylemi için, esas belirleyicinin temel makro göstergeler olmaya devam edeceğini de düşünüyorum. Merkez Bankası’nın para politikasında yön değişikliğinin ani olması beklenmemelidir. Banka, bu değişimi satır arası mesajlarla yapmaya devam edecektir. Nasıl ki, daha önce “2010 yılı sonuna kadar faizler sabit” derken bu söylemini “uzun süre sabit” diye değiştirdiyse, son Enflasyon Raporu’nda “sınırlı artışlar” olarak ifade ettiği faiz artırım döneminin zamanlamasını da önümüzdeki dönemde vereceği mesajlarla netleştirecektir. Elbette bu dönüşümün hızını da ekonomik aktivite, enflasyon ve enflasyon beklentilerine ilişkin gelişmeler belirleyecektir.

2 Şubat 2010 Salı

Enflasyon yüzde dokuza giderken, faizler burada kalır mı?...

Bu hafta Çarşamba günü açıklanacak Ocak ayı TÜFE’sine ilişkin ortalama beklentinin bana göre düşük bir düzeyde belirlenmesi kısa vadede enflasyonun yükseleceği seviye açısından risklerin yukarı yönlü olduğunu düşündürmektedir. Önceki yazımda % 2.3 düzeyindeki Ocak ayı tahminimin daha yılın ilk ayında yıllık TÜFE’nin % 6.5’den % 8.7’ye yükselebileceğine işaret ettiğini aktarmıştım. CNBC-e ve Reuters anketlerinde ortalama beklenti % 1.8 iken, beklentim doğrultusundaki bir gerçekleşmenin olumsuz süprize yol açma tehlikesinin devam ettiğini yansıtmaktadır. Merkez Bankası’nın yenilenen tahminlerinde de, kısa vadede yıllık enflasyon % 9’un bir miktar üzerine doğru yükseldiği izlenirken, yılın son çeyreğine kadar da bu seviyelerde kalacağı öngörülmektedir. Bana göre ise enflasyonun 2010 yılının ilk yarısında % 9.6’ya kadar çıkma riski (doğalgaz ve elektrik fiyat ayarlamalarına bağlı olarak) bulunmaktadır. Ancak Şubat başında beklenen ve gerekli olduğu belirtilen doğal gaz zammının Başbakan Erdoğan’ın karşı çıkmasıyla yapılmamış olması yeniden subvansiyon dönemine girildiğini ve bu riskin azaldığı anlamına da gelebilir.

Daha önce de vurguladığım gibi, enflasyon beklentilerinin mevcut yıllık enflasyon oranı ile oldukça sıkı bir ilişki içinde olması ve uzun vadeli faizlerdeki değişimlerin büyük oranda enflasyon beklentileri ile açıklanabilmesi, başarılı bir beklenti yönetiminin gerek para politikası kontrolündeki kısa vadeli faizler ve ekonomideki genel faiz seviyesi açısından kritik önemini yansıtmaktadır. Bu bağlamda, Merkez Bankası’nın beklenti yönetimini güçlendirmek için üç önemli hamle yaptığı izlenmişti.

1) Kısa vadeli enflasyon tahminlerini yukarı çekerken, yükselişi geçici gördüğünü, temel eğilimlerde önemli bir bozulma beklemediğini ve 2011 ve sonrasında orta vadeli hedeflere yakınsama öngördüğünü vurgulamıştı.
2) Türkiye’de işlenmemiş gıda fiyatlarındaki yüksek oynaklığa ve 2010 yılında aleyhte çalışacak baz etkilerine özel analizlerle dikkat çekerek, enflasyondaki muhtemel dalgalanma içinde dezenflasyon perspektifinin kaybolmamasını sağlamaya çalışmıştı.
3) Merkez Bankası’nın beklenti yönetimi açısından son hamlesi ise, politika faizlerine ilişkin çizdiği patikanın ufkunu uzatmak olmuştu. Banka, önceki raporda kullandığı faizlerin 2010 yılı sonuna kadar sabit tutulacağı ifadesini çıkarmış ama bunun yerine üç yıllık tahmin ufku içinde politika faizlerinin tek haneli düzeyde kalacağı ifadesini koyarak, politika faizlerinde yükseliş olsa da sınırlı kalacağı izlenimini yaratmıştı.

Bu hamlelerin başarılı olmasını dilerken, 2010 ve 2011 yılı için enflasyon beklentilerim sırasıyla % 7.9 ve % 5.5 ile TCMB’nin tahminlerinin üzerinde bulunduğundan, Merkez Bankası’nın faiz oranlarını Ekim ayına kadar mevcut % 6.5 seviyesinde sabit tutacağını ve yılın son 3 ayında ise toplam 150 baz puanlık artırıma gitmek zorunda kalacağını beklemeye devam ediyorum.