29 Eylül 2009 Salı

Faizlerdeki düşüş hiç bitmeyecekmiş gibi...

Son dönemde öncü ve gerçek verilerin ve Merkez Bankaları ve Uluslararası Finans Kuruluşları tarafından çizilen tablonun, risk iştahını destekleyici olmaya devam ettiğini düşünmekteyim. Toparlanmanın yavaş ve zayıf olsa da, kesintiye uğramadan devam etmesinin beklenmesi ve aynı esnada enflasyonun bir tehdit olmaktan bir hayli uzakta olması, düşük nominal ve reel faiz seviyelerinin korunabilmesini getirerek, normalde düşman kardeşler olan tahvil ve hisse senedi piyasalarının işine gelmeye devam etmektedir. Evet bunun kalıcı bir denge olmadığını herkes bilmektedir, ama kısa vadede bu dengenin değişeceğine yönelik güçlü bir sinyal alınmadıkça bu doğrultuda pozisyon alımına devam edileceğe benzemektedir. Ancak mevcut dengenin ne kadar hassas olduğu da, son FOMC toplantısı sonrasında piyasalarda gözlenen olumsuz tepkiden anlaşılmaktadır. Merkez Bankalarının çıkış stratejilerinin ilk adımı olması beklenen niceliksel gevşemenin (tahvil alımı) kademeli olarak kaldırılacağına yönelik takvimin Fed tarafından açıklanması, her ne kadar beklenen doğrultuda bir hareket olsa da, gerilimi artırmaya yetmiştir. Ancak, bu durum ABD uzun vadeli tahvil getirilerine yükseliş yönünde belirgin olarak (şu anda % 3.4 olan getirinin % 4 seviyesini aşması gibi) yansımadıkça, piyasanın geçici bir eğilimi olarak görmeye devam edeceğim.

Bizde ise, gösterge tahvil getirisinin TCMB’nin indirimlere devam sinyaliyle yeni tarihi düşük seviyesi olan % 8.5’e doğru yöneldiği, Türkiye’nin risk primi (EMBI+) ile düzeltilmiş politika reel faizinin ise -% 1.5 ile negatif bölgede kalmayı sürdürdüğü izlenmektedir. Gelinen bu seviyelerin dip olup olmadığı, Merkez Bankası’nın ekonomik aktivitedeki mevcut toparlanmayı nasıl gördüğü, açıklanan OVP’yi nasıl değerlendirdiği ve IMF destekli bir program uygulanmaması durumundaki B planının içerdikleri gibi unsurlara bağlı olacaktır. Olayı böyle koyduğumuzda ise, TCMB toparlanmayı yavaş ve kademeli gördüğüne göre ve B planının likidite desteklerini kalıcı hale getirecek tahvil alımlarını içerdiğini bildiğimize göre, burada riskler aşağı yönlü olmaya devam etmektedir diyebilirim.

25 Eylül 2009 Cuma

G20 ve IMF-DB toplantılarından beklentilerim...

IMF-Dünya Bankası toplantıları öncesi Pittsburgh’da gerçekleşen G20 zirvesine küresel krizin nedeni olarak görülen finansal sisteme yönelik en geniş ve sert düzenleme ve sınırlamaların ele alınacağı beklentisi ile girilmektedir. Öyle ki, bazı gelişmiş ülkelerden (Fransa) sermaye hareketlerine en önemli kısıtlamalardan biri olarak görülen Tobin vergisi uygulanması önerisi bile gelmektedir. İlk kez ABD’li ekonomist Tobin tarafından 70’li yıllarda dile getirilen bu uygulama, kısa vadeli sermaye hareketlerine ufak bir ek maliyet getirerek, tümden ortadan kaldırmayı değil, daha çok kısa süreli ve ani hareketlerin önüne geçmeyi amaçlamaktaydı. Ancak, yaklaşık 1.5 yıl süren resesyondan sonra risk algılaması belirgin olarak olumlu yönde değiştiğinden bu tip radikal önlemler üzerinde konsensüs sağlanması bana çok zor görünmektedir. Yine de, finansal sistem için düşünülen yeni düzenleme ve sınırlamalar için tercih edilecek dozun, gelecek yıllarda finans piyasalarındaki akışkanlık, hacim, oynaklık gibi niteliksel unsurlar ve piyasa oyuncularının risk iştahı ve davranış tarzları gibi diğer etkenler açısından önemli yansımaları olmasını bekliyorum.

Öte yandan, Ekim ayında Istanbul’da yapılacak IMF-Dünya Bankası toplantıları sırasında yayınlanması beklenen “Toparlanmayı Sürdürebilmek” ana temalı Dünya Ekonomik Görünümü Raporu öncesinde, bu raporun “Finansal Krizler Sonrası Orta Vadeli Üretim Dinamikleri” ve “Varlık Fiyat Dalgalanmalarından Para Politikaları İçin Çıkarılacak Dersler” başlıklı analitik bölümleri yayınlanmıştır. Seçilen bu başlıklar önceki raporların (Ayrışma teorisini sorgulayan 2007 Sonbaharında yayınlanmış “Decoupling the Train” başlıklı analiz ve Nisan 2009’da yayınlanan “Resesyondan Toparlanmaya: Ne Kadar Yakın? Ne Kadar Güçlü?” başlıklı analiz) öngörü başarısının tekrarlanacağını ve bu temaların önümüzdeki dönemin gündemini oluşturmaya aday olduğunu düşündürüyor. Henüz IMF’nin dünya büyümesine ilişkin tahminlerini içeren bölümler yayınlanmadı ama, son güncellemenin yapıldığı Temmuz’da olduğu gibi yukarı yönlü revizyon olası görünüyor. Son durum itibarı ile, dünya ekonomisinin 2009’da % 1.4 daraldıktan sonra 2010’da % 2.5 büyüme göstermesi, ABD’nin aynı dönemlerde % 2.6 daralma ve % 0.8 büyüme, Euro Bölgesi’nin ise % 4.8 ve % 0.3 daralma göstermesi bekleniyordu. Buna karşılık, başlayan toparlanmanın yavaş ve kırılgan olacağı vurgusunun korunmasını bekliyorum. Bu doğrultuda, tüm ülkelere parasal ve mali gevşeme kanalıyla verilen desteklerin bir süre daha korunması çağrısının yapılmasını beklerken, toparlanmanın belirginleşmesi durumunda gerekli olacak bu politikalardan çıkış stratejisinin hazır tutulması gereğine işaret edileceğini düşünüyorum.

IMF ve G-20’nin öncülüğünde kriz sırasında gerçekleşen küresel koordinasyonun, ikinci çeyrekte dünya genelinde resesyondan çıkılmasıyla da yansıdığı şekilde, ilk ve en önemli amacına ulaştığını düşünüyorum. Ancak, bu noktadan sonra ülkeler özelinde toparlanmalar farklı güçte olacağından küresel koordinasyonun aynı etkinlikte ileride de kullanılmasını beklemiyorum.

Aylardır beklenen orta vadeli program için düşüncelerim...

Hafta içinde açıklanan Orta Vadeli Program sonrası ilk düşüncem, programın makro hedeflerinin genel olarak gerçekçi göründüğü, ancak çizilen mali çerçevenin Hazine’nin borçlanma baskısı endişelerini gidermede zayıf kalabileceği şeklinde oldu. Her ne kadar, piyasalarda farklı algılanma ihtimali olsa da, IMF’den yapılan açıklamanın da benzer noktalara değindiğini gördüm. IMF'nin internet sitesinde yer alan açıklamada, Türkiye Masası Şefi Rachel Van Elkan, önce doğal olarak ortaya bir program konulmasından ve gerçekçi tahminleri içermesinden duyulan memnuniyeti ifade ediyor, açıklamanın devam eden kısmında ise, OVP’nin eksik yönlerine ve kendi desteklerini de getirecek bir program için beklentilerine şu sözlerle değiniyor: "Türk yetkililerin kamu borç yükünü kontrol altına alma hedefine ulaşmak için harcama baskılarını kontrol altına alacak politikaları da içeren destekleyici tedbirler ve yapısal reformları hayata geçirmeleri gerekecek”. Son olarak da “Türk yetkililerle politika diyaloğuna devam etmeyi umuyoruz." diyerek programın açıklandığı şekliyle bir stand-by anlaşmasına dönüşmesi için, konulan hedeflerin içini dolduracak tedbirler üzerinde çalışılması gerektiğine işaret ediyor.

Hatırlanacağı gibi, 11 Ağustos tarihli “Orta vadeli programı açıklıyorum...” başlıklı yazımda, IMF’nin Ağustos ayında yayınladığı Mali İzleme başlıklı raporda, ülkelerin hedefleri ve buna ulaşmadaki araçları incelenirken, Türkiye'nin 2011'e kadar borç/GSYİH oranını istikrara kavuşturma hedefini belirlediğinden bahsetmiştim. Uzmanlar yetkililerle görüşmeler, açıklamalar ve aktivitenin toparlanmasıyla gelirlerde görülecek iyileşme gibi otomatik stabilizörlerin durumunu göz önüne alarak Türkiye'nin “Ekonomik canlanmaya yönelik uyarıcı önlemlerin yenilenmemesi, harcama kontrolünün iyileştirilmesi, yerel yönetim reformu, mali kurala geçiş ve vergi idaresi reformunun devam ettirilmesi” önlemlerine yöneleceği görüşünü belirtmekteydi. Açıklanan OVP’de ise, bir tedbirler manzumesi yerine fazlaca otomatik stabilizörlere (aktivitenin toparlanmasıyla gelirlerde görülecek iyileşme) bel bağlandığını gördük. IMF raporunda bugüne ışık tutacak en önemli tespit ise, gelecek beş yılda borç stokundaki artışı durduracak ve stabilize edecek kamu kesimi faiz dışı fazlasının (FDF) milli gelire oranla ortalama % 1.7 seviyesinde oluşması gerektiği saptamasıydı ki, bu oluşmadığı durumda borç stoku / GSYH oranı 2014 itibarı ile % 58’e kadar yükselmekteydi.

Oysa programda IMF’nin bu raporda 2009 için % 0.2 açık olarak tahmin ettiği kamu kesimi FDF büyüklüğünün % 2.1 açık olarak gerçekleşeceği ve önümüzdeki üç yılda ortalama olarak % 0.4’ün altında kalacağı görülmektedir. Dolayısı ile, daha önce de vurguladığım gibi, programda çizilen mali çerçevenin, Nisan ayında yayınlanan Katılım Öncesi Ekonomik Program’a benzer şekilde yeterince sıkı olmadığını düşünüyorum. Hükümet, program tanımlı konsolide kamu sektörü faiz dışı dengesinin bu yıl sonunda GSYH’nin % 2.1’i kadar açık verdikten sonra, önümüzdeki yıllarda sınırlı sayılabilecek bir toparlanma ile önce % 0.3 açığa ve 2011-2012 yıllarında sırasıyla % 0.4 ve 1.0 fazlaya geçmesini öngörmektedir. Hazine’nin borçlanma oranına yönelik değerler tam olarak verilmemekle birlikte, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan bu oranın bu yıl % 112’ye ulaştıktan sonra, önümüzdeki yıllarda % 100’ün altına doğru gerileyeceğini belirtmiştir. Bu da, önceki başarılı yıllardaki % 70 civarındaki borçlanma oranına göre oldukça yüksek seviyelerin bir süre daha devam edeceğine işaret etmektedir.

Sonuç olarak, orta vadeli bir çerçevenin çizilmiş olması bile en azından ekonomiye nasıl bir yön tayin edildiğine yönelik belirsizliklerin kalkması açısından önemli bir adımdır. Ayrıca, tahminlerimle büyük ölçüde uyumlu olan GSYH öngörüsünün daha gerçekçi belirlenmesinin ilk aşamada programa yönelik olumlu bir işaret olduğunu düşünüyorum. Buna karşılık, programda çizilen mali çerçevenin, Türkiye’ye yönelik risk algılamalarını azaltacak ve beklentileri olumlu etkileyecek kadar sıkı bir disipline işaret etmediğini düşünüyorum. Bu şekliyle de IMF tarafından da onaylanması zor görünmektedir. Ancak, Babacan’ın IMF anlaşması konusunda istişarelerin devam ettiğini belirtmesi, bu konuda net bir yargıya varmamı engellemektedir. Bir IMF anlaşması olmaması durumunda ise, bu şekliyle programın piyasada güveni artırıcı bir rol üstlenmesi ihtimali zayıftır. Uzun vadede, mali politikalar açısından daha olumlu bir bakış açısı oluşturabilmek için izleyeceğim unsur ise mali kurala yönelik gelişmeler olacaktır.

15 Eylül 2009 Salı

Tüketmeden Üretim Olmaz...

Ülkemizde çok kullanılan “üretmeden tüketim olmaz” söylemini son verilerin ışığında yeniden ele almak istiyorum. Resesyonda en kötü nokta geride bırakıldıktan sonra gözlenen toparlanmanın gücünü sanayi üretimi verilerinden izlediğim bilinmektedir. Buradaki güncel görünüme yazılarımda sıklıkla değinmekteyim ama öncelikle şunu vurgulamalıyım; Üretim, iç ve dış talepteki gerilemeye verilen doğal bir tepki olarak gerilemiş, benzer şekilde malum nedenlerle özellikle iç talepte gözlenen artışla beraber toparlanma eğilimine girmiştir. Yani öncü olan üretim değil tüketimdir.

Gerçekten de, hatırlarsak 2008 yılının yaz aylarında finans piyasalarındaki dalgalanmayla beraber artan belirsizlikler tüketici güvenini olumsuz etkilemiş, önce otomobil ve beyaz eşya satışları hızla düşmeye başlamış, bu durum beklenmedik talep düşüşü ile karşılaşan üreticileri stoklarla başbaşa bırakmıştı. Yani krizin ilk etkisi, mamul mal stoklarının yeni talep koşullarına uygun seviyelere çekilmesi için, üretimin ani bir düşüş göstermesi aynı anda da süreci hızlandırmak için fiyat düşüşleri ile stokların eritilmeye çalışılması olarak karşımıza çıkmaktaydı. Özellikle fiyat indirimleri Aralık ayı itibarı ile tüketici güvenini tekrar toparlanma eğilimine sokmuş, buna Mart ayında vergi teşvikleri de eklenince toparlanma güçlenmişti. Nihayetinde de, üretim artışı kaydedilince “dip görüldü” dediğimiz noktaya gelinmişti. Olayların yukarıda aktardığım gelişim sırasının akılda tutulmasını tavsiye ediyorum. Zira, döngünün bundan sonra ne şekilde evrileceği de tüketim-üretim arasındaki etkileşime bağlı olacaktır.

Nitekim, üretimde beklediğimiz toparlanma devam ederken son iki ayda tüketici güven endekslerinde ve tüketim eğiliminde güç kaybı izlenmiştir. Son olarak, CNBC-e Tüketim Endeksi, Ağustos’ta önceki aya göre hem nominal hem de mevsimsel düzeltilmiş olarak artmasına karşılık, Temmuz ayında olduğu gibi yıllık artış bazında negatif bölgede kalmıştır. Böylece, üçüncü çeyreğin ilk iki ayında ortalama olarak geçen yılın aynı dönemine göre % 3.6 gerileme göstermiştir. Endeksin ikinci çeyrek yıllık artışı % 7.4 düzeyinde olmuştu. Temmuz ayında sanayi üretimi yıllık % 9.2 düşüş ile Haziran’a göre daha sınırlı bir daralmaya işaret etse de, mevsimsel düzeltilmiş değerler toparlanmanın çok yavaş devam ettiğini yansıtmaktadır.

Tüketim eğilimini yeniden yükseliş rayına oturtabilecek bir gelişme (güven veren kredibilitesi yüksek bir program, yeni vergi indirimleri v.b) gözlenmediği durumda, zaten zayıf bir başlangıç yaptığını gözlediğimiz üretim toparlanmasının üstündeki riskler artacaktır.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Büyüme verilerinde 8 puanlık şüphe...

Ne yazık ki, TÜİK'in iletişim politikasına yeterince önem vermemesi bugün Referans gazetesinde olduğu gibi veri açıklamaları üzerine gölge düşmesine neden oluyor. Doğru olan büyüme verileriyle beraber bu ölçüde bir farkın neden oluştuğunun teknik olarak izah edilmesi olurdu.

11 Eylül 2009 Cuma

Resesyon bitti, sorunlar bitmedi...

Önce iyi haberi vererek başlayalım. Dün açıklanan büyüme verileri, Türkiye ekonomisinin tarihteki en derin resesyonunun teknik olarak sona erdiğini yansıtmıştır. Yılın ikinci çeyreğinde Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH), piyasanın % 8.2 daralma beklentisinin altında, % 7.0 gerilemiştir. Mevsimsel düzeltilmiş verilere göre de ikinci çeyrekte önceki çeyreğe göre % 4.9’luk belirgin toparlanmanın teknik resesyonu bitirdiği izlenmektedir. Özel sektör yatırımları ve stok azalışlarının gerçekleşen daralmadan fazlasıyla sorumlu olması sürpriz bir gelişme olmazken, özel tüketimdeki toparlanmanın öncü talep göstergelerinin yansıttığından zayıf gerçekleşmesi dikkat çekti. Stokların eritilmesini sağlayan vergi indirimleri ve diğer promosyonlar sayesinde özel tüketim harcamalarındaki gerileme önceki çeyrekteki % 10.2 daralmadan % 1.2 daralmaya hız kesmiştir. Ancak, öncü tüketim göstergelerinin bu tür harcamalarda artışa işaret ettiğini de not etmeliyim. Ayrıca, daha güncel verilere baktığımda (oto satışları, tüketici güven v.b) özel tüketim harcamalarında ikinci çeyrekte gözlenen toparlanmanın belirgin olarak yavaşladığını gözledim. Üretim tarafında da veriler ikinci çeyrek sonrasında zayıf bir toparlanmaya işaret etmektedir.

Sonuç olarak, GSYH’nın mevsimsel düzeltilmiş olarak yavaş ve kademeli toparlanmasını sürdürmesini ve kriz öncesi seviyelerine ancak 2010 yılı üçüncü çeyrek itibarı ile ulaşmasını bekliyorum. 2009 yılı daralma tahminimi % 6 olarak korurken, lehte baz etkisi nedeniyle 2010’da % 4 büyüme beklemeye devam ediyorum. GSYH’da yıllık bazda ilk pozitif gerçekleşmeyi bu yılın son çeyreğinde görmeyi umut ediyorum.

Sektörel ayrıntılara bakıldığında, imalat sanayindeki daralmanın % 8.7 ile aylık sanayi üretim endekslerinin gösterdiği daralmanın yarısı kadar olduğunu gördük ki, bu önemli farkın GSYH’nın beklentilerden iyi gelmesindeki ana neden olduğunu düşünüyorum. Bu boyuttaki bir farka TÜİK’in bir açıklama getirmesinin faydalı olacağı kanaatindeyim. Diğer sektörlerde ise, inşaat sektörünün sert daralmasını (% 21.0) sürdürdüğü, ticaret (% 15.0) ve ulaştırma (% 11.5) sektörlerindeki daralmanın hız kestiği izlendi.

Harcamalar tarafından büyümeye katkılara bakınca, özel yatırımlar ve stok azalışının sırasıyla 6.4 ve 3.6 puan azaltıcı yönde etki ettiği gözleniyor ki, ilk çeyrekte bu kalemler büyümeden toplam 15 puan çalmıştı. Büyümeye en fazla katkı yapan harcama kaleminin ise 3.6 puan ile net dış talep olduğu izlenmektedir. Bütçede bozulma olarak kendini gösteren kamu harcamalarının ise bu kez ilk çeyrekten (1.1 puan) bile sınırlı katkı yaptığı (0.3 puan) hesaplanmaktadır. Son olarak, özel tüketim harcamaları, ilk çeyrekte GSYH’yı 7.3 puan azalttıktan sonra bu sefer sadece 0.8 puanlık azalış getirmiştir.

Sonuç olarak, büyüme verileri önceki çeyreklerde gözlenen derin resesyondan sonra ikinci çeyrekte gözlenen belirgin toparlanma ile ekonominin ilk çeyrekte dipten döndüğünü onaylamıştır. Ancak, daha güncel veriler başlayan toparlanmanın üçüncü çeyrekte aynı güç ile devam etmediğini yansıtmaktadır. Kötü haber de budur.

8 Eylül 2009 Salı

Haftanın önemli verilerini nasıl okumalı?...

Bu haftanın kritik verilerinin (II. Çeyrek GSYH ve Temmuz sanayi üretimi) büyüme görünümünü yeniden değerlendirmek için önemli bilgiler getirmesini bekliyorum demiştim.İlk olarak, bugün Temmuz ayı sanayi üretim endeksi açıklanacaktır. Bunun öncesinde TÜİK tarafından açıklanan Haziran ayı takvim ve mevsim etkilerinden arındırılmış endeksin değişimi aylık % 0.4 düşüşe işaret etmiş, üretimdeki Mart dibinden sonra görülen toparlanmanın çok sınırlı kaldığını göstermiştir. Nisan 2008 - Mart 2009 döneminde görülen kümülatif % 18.9 düzeyindeki üretim kaybına karşılık, takip eden üç ayda artış % 0.7 düzeyinde kalmıştır. Temmuz ayına ilişkin anketler yıllık üretim azalışı ortalama beklentisini Haziran’a benzer şekilde % 9.5 civarında göstermektedir. Böyle bir gerçekleşme bile mevsimsel düzeltilmiş olarak aylık % 1 artışa işaret etmektedir. Yani gerçekleşme bu seviyelerden belirgin olarak sapmadıkça üretimde en kötü noktaya göre toparlanmanın devam ettiği, ancak gerçekleşen toparlanmanın zayıf kaldığı teyit edilmiş olacaktır.

Geçen hafta açıklanan daha güncel veriler bu zayıflığın Ağustos’ta da devam ettiğini göstermiştir. Yıllık bazda sert daralışını sürdüren ihracat dış talep yetersizliğini yansıtırken, Cuma günü açıklanan Otomotiv Distribütörleri Derneği’nin verilerine göre, otomotiv satışlarının Ağustos’ta yıllık olarak % 13.7 oranında azalması iç talepteki yetersizliğe işaret etmiştir. Böylece, daralma Temmuz ayındaki % 34.8 değerine göre hız kesmiş olsa da, vergi indirimlerinin azalmasıyla son iki aydır devam etmektedir. Bu hafta 10 Eylül’de açıklanacak Tüketim Endeksi de yurtiçi talep açısından önemli bilgiler getirecektir.

Yukarıda bahsettiklerimin yine 10 Eylül’de açıklanması beklenen ikinci çeyrek GSYH gerçekleşmeleri açısından bir önemi yoktur. Zira, bu dönemde sanayi üretiminin yıllık bazda % 15 gerilediği bilinmektedir. Bu gelişmeyi hesaba katan tahminlerden oluşan anketler (Reuters, CNBC-e) ikinci çeyrekte % 8 civarında ortalama daralma beklentisine işaret etmektedir. Ancak üçüncü çeyreğe nasıl bir üretim görünümü ile başlandığı önemli olacaktır. Her ikisinde de beklenenden zayıf bir tablo çıkarsa, şu an için anketlerde ortalama olarak % 5.5 düzeyinde görülen 2009 yılı daralma tahminlerinin ve daha önemlisi 2010 yılı büyüme tahminlerinin aşağı çekilmesi söz konusu olabilecektir. Bu verilerin en geç bir ay içinde nihayetlenmesi beklenen orta vadeli planın makro çerçevesi için de belirleyici olması beklenirken, daha önce KEP’te % 3.6 olarak belirlenen resmi daralma tahmininin % 6 ya da daha farklı seviyelere revize edilmesine kapı açabilecektir.

4 Eylül 2009 Cuma

IMF bile “Türkiye en hızlı toparlanır” diyor, sana ne oluyor?...

En önemli öncü gösterge olarak gördüğüm Satınalma Yöneticileri Endeksleri (PMI) Ağustos ayı itibarı ile öyle bir olumlu tablo çizmektedirler ki, hele buna bir de bu yıl borsaların müthiş performansını da eklerseniz, insanın içinden neredeyse hep böyle sert resesyonlar olsa da bu derece güçlü toparlanmalar görsek demek gelmektedir. Elbette ciddi değilim, böyle resesyonlar düşman başına. Sadece, PMI endekslerinin geldiği seviye Haziran 2007’den beri en yüksek değer olunca bunun büyüme görünümü açısından yanlış bir algılama yaratabileceğine dikkat çekmek için bu şekilde vurguladım. Öncü göstergelerin yansıttığı üretimdeki toparlanmanın oluşan atıl kapasiteleri hızlı bertaraf edecek, uzun soluklu bir eğilim olduğuna halen ikna olmuş değilim. Şu anda kesin görünen tek şey, küresel ekonominin resesyondan çıkmakta olduğu ve geriye sadece bunun resmi olarak (IMF, Dünya Bankası v.b) ilan edilmesinin kaldığıdır. Ayrıca, bu toparlanma eğilimi genele yayılsa da, ülkeler arası önemli farklılıklar gösterebilmektedir. Bazı ülkelerde, PMI endeksleri Aralık 2008’den beri kesintisiz yükselirken, bazılarında son aylarda yorgunluk belirtileri (Türkiye dahil) izlenmeye başlanmıştır. Farklıklıkların büyük ölçüde, mali teşvik uygulamasındaki zamanlamadan kaynaklandığını düşünürken, bir çok ülkede analistlerin toparlanmanın gerçek gücünün tespiti için, doping etkisinin geçmesini beklediklerini tahmin ediyorum.

Aynı şeyi Türkiye ekonomisi için yaptığımda, örneğin otomobil ve beyaz eşya satışları için Mart-Mayıs döneminde görülen vergi teşviki kaynaklı artışın yerini bu teşviklerin sınırlanmasıyla Haziran-Temmuz döneminde düşüşe bıraktığını görüyorum. Merkez Bankası da, son verilerin mali önlem paketinin yurtiçi talep üzerindeki uyarıcı etkisinin büyük ölçüde geçici olduğunu teyid ettiğini belirterek, bu tespitimi doğrulamaktadır. İç talepteki bu görünüm, dış talepte Ağustos ayı ihracat gerçekleşmelerinin de gösterdiği üzere halen devam eden zayıf görünümle birleşince “Türkiye en hızlı toparlanan ülkeler arasında olur” söylemini benimsemekten uzak duruyorum. Aksine, sanayi üretiminde görülen toparlamanın bizim bu yıl için öngördüğüm ihtiyatlı senaryonun bile altında seyrettiğini izlemekteyim. TÜİK tarafından açıklanan Haziran ayı takvim ve mevsim etkilerinden arındırılmış endeksin değişimi aylık % 0.4 düşüşe işaret etmiş, üretimdeki Mart dibinden sonra görülen toparlanmanın çok sınırlı kaldığını göstermiştir. Nisan 2008 - Mart 2009 döneminde görülen kümülatif % 18.9 düzeyindeki üretim kaybına karşılık, takip eden üç ayda artış % 0.7 düzeyinde kalmıştır.

Önümüzdeki haftanın kritik verilerinin (II. Çeyrek GSYH ve Temmuz sanayi üretimi) büyüme görünümünü yeniden değerlendirmek için önemli bilgiler getirmesini bekliyorum.

1 Eylül 2009 Salı

Ekonomik aktivitede yeni bir zayıflama dönemine girmekteyiz...

Yazıma kısa bir hatırlatma ile başlamak istiyorum. Ne demiştik; İsrail’in faiz artırımı hamlesi, düşük faiz ortamının çok uzun süre kalıcı olacağı düşüncelerinin yeniden sorgulanmasını tetiklemiştir. Türkiye’nin de parasal gevşemede erken davranan ülkeler arasında yer alması yakın gelecekte faiz artırımı spekülasyonuna konu olma potansiyeli oluşturmaktadır. Ancak algılamanın aksine Türkiye ekonomisinin zayıf ve yavaş bir toparlanma sürecinde olması ve bu düşüncemizin yeni verilerle de desteklenmesi, bu kez Merkez Bankası’nın yön değişikliği için acele etmesine gerek olmadığını düşündürmektedir.

Dün TÜİK tarafından açıklanan mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış sanayi üretim verileri de Haziran ayında aylık % 0.4 düşüşe işaret ederek, 14 Ağustos tarihli “Ya bu işi profesyonellere bırakın ya da profesyonelce yapın” başlıklı yazımdaki uyarımı haklı çıkarmıştır. Ne demiştim; “Bu tip dönemlerde üretim eğilimini sadece yıllık bazda gelişimi üzerinden izlemenin toparlamanın gücü hakkında verdiği eksik bilgi, ekonomik aktivitenin yeniden yavaşlama eğilimine girme işaretleri verdiği bugünlerde tam tersi yönde bir beklenti yaratılmasına neden olmuştur.”
Ağustos ayının ilk ve en önemli verisi olan Reel Kesim Güven Endeksi de, üretim tarafındaki toparlanmanın ilk aylardaki hızını önemli ölçüde kaybettiğini yansıtmaktadır. Temmuz ayında 100.1 değeri ile genişleme-daralma dönemlerini ayıran 100 seviyesine ulaşan endeks, Ağustos ayında 98.5’e gerilemiştir. Bu düşüşün, önceki 7 aydaki kesintisiz yükselişten sonra gelmesini önemli bulurken, toplam siparişlerde mevcut durum değerlendirmelerinin ve gelecek döneme ilişkin beklentilerin kötümserleşmesinin, bu düşüşte önemli rol oynadığını görmekteyim. Bu gelişme, yılın ikinci çeyreğinde başlayan vergi indirimlerinin etkisini kaybetmesi ile ekonomide zayıf toparlanma eğiliminin devam etmesi beklentim ile uyumludur.

Son olarak, büyüme görünümüne ilişkin genel algılamadan ayrıldığım en önemli noktanın altını tekrar çizmek istiyorum. 2010 yılı için ortalama beklentiden çok daha yüksek bir büyüme tahmin etmeme karşılık bunu farklı yorumlamaktayım. İki hafta önce “Krize girerken işe yaramayanlar, krizden çıkarken yarar mı?” başlıklı yazımda vurguladığım gibi, 2010 yılı % 4 büyüme beklentimize ilişkin yukarı yönlü risklerin, 2009 yılında derinleşen zayıf baz etkisi ile artmış olduğunu düşünsek de, bu durumun teknik bir düzeltmeden ibaret olduğunu ve temel büyüme eğilimleri açısından olumsuz olan görünümü değiştirmeyeceğini düşünüyorum. Baz etkisinin güçlü olduğu dönemlerde, sadece büyüme oranlarını izlemenin yanıltıcı ve yetersiz olacağını, toparlanmanın gerçek gücünü mevsimsel düzeltilmiş sanayi üretimi ve GSYH’nın seviye olarak ulaşacağı yerlerin göstereceğini düşünüyorum. Bu krizin en sert döneminde kaydedilen % 18’lik üretim kaybının yerine konması geciktikçe, arada kaydedilen büyümeler oransal olarak yüksek olsa bile geniş kesimler tarafından hissedilmesi pek mümkün olmayacaktır.