27 Ekim 2009 Salı

Faizlerde yükseliş başladı mı?...

Bono faizleri 6 Ekim’de gün içinde % 7.5 seviyelerini gördükten sonra önce stopaja ilişkin belirsizlikler sonrasında ise piyasa yapıcılığı toplantısından sızan bazı bilgiler nedeniyle yönünü yukarı çevirmiş ve dün itibarı ile % 8.7 seviyesine ulaşmıştır. Bu seviye geçmiş getiriler dikkate alındığında halen düşük bir seviye olsa da, gelinen en düşük noktaya göre belirgin bir yükselişe işaret etmektedir. Şu anda herhalde herkesin aklındaki soru faizlerin tarihi düşük noktasını geride bırakıp bırakmadığımız ve yönün bundan sonra yukarı olup olmadığıdır. Bu gelişme enteresan bir zamanlama ile Merkez Bankası’nın üç aylık Enflasyon Raporu’nu yayınlayacağı günlere denk gelmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz gerekçeler faiz yükselişi için ortaya konsa da, bunların ancak tetikleyici olabileceğini, kalıcı bir yükseliş hareketi için üç unsurun bir araya gelmesi gerektiğini düşünüyorum;

1) Faiz indirimlerinin sonuna gelindiğinin net olarak Merkez Bankası tarafından söylenmesi,
2) IMF anlaşması beklentisinin bitmesi ve Hazine’nin borç yenileme oranını yüksek tutacağının netleşmesi
3) Dünya genelinde uzun vadeli faizlerin yükseliş eğilimine girmesi.


Oysa bugün yayınlanacak TCMB raporunda, hem para politikasında aşağı yönlü esnekliğin korunacağı hem 2010 yılının tamamında politika faizinin indiği noktada tutulacağı gibi ifadelerin yer almasını beklediğimi önceki yazılarımda ifade etmiştim. Böyle bir duruşun, bu kez çıktı açığının daha olumsuza gitmesinden değil enflasyon eğiliminin beklenenden daha düşük seyretmesinden kaynaklanacağını da belirtmiştim. Ancak tüm bu söylemlere rağmen Merkez Bankası’nın bir-iki küçük indirimden sonra duracağı gibi bir algılama oluşursa, bu görüntünün faizlerdeki yükselişi desteklemesi beklenebilir. Dolayısı ile birinci koşul için bu rapor çok kritik olacaktır.

İkinci koşuldaki gelişmeler ise uzun süredir dikkat çektiğimiz bir risktir ve ne yazık ki gelişmeler olumsuz yönde seyretmektedir. Hazine’nin yüksek bütçe açığından kaynaklanacak finansman ihtiyacını azaltacak başka bir kaynak ortaya çıkmazsa, borçlanma baskısının yüksek seyretmeye devam etmesi olası görünmektedir.

Üçüncü ve son koşuldaki gelişmeler ise henüz kaygı verici boyutta değildir. Gerçi 6 Ekim’den bu yana ABD ve Avrupa uzun vadeli tahvillerinde 30-40 baz puan civarında artış izlenmiştir ama bunun devam edip etmeyeceği çok belirgin değildir. Ancak, ABD Hazine’sin borçlanma vadesini mevcut avantajlı faiz seviyelerinden borçlanarak uzatmak için 10 ve 30 yıl vadeli tahvillerle borçlanmaya ağırlık vereceği haberleri önemli bir gelişmedir. Eğer bu yöndeki haberler artar ve böyle bir beklenti güçlenirse o zaman dünya genelinde faiz seviyesinin yükselişe geçtiği gözlenebilir ki, bu durumda ilk iki koşul geçerli olmasa bile bizim faizlerde yukarı baskı yapabilir.

23 Ekim 2009 Cuma

Düşük faize, bu kez düşük büyümeden değil düşük enflasyondan destek...

Önceki yazımda Merkez Bankası’nın 27 Ekim Salı günü yayınlayacağı Enflasyon Raporu’nun, faizlerde aşağı gidişin ulaşacağı nokta açısından önemine dikkat çekmiştim. Burada tekrarlamak istemiyorum ama merak edenler rapor yayınlandığında bir sürprizle karşılaşmak istemiyorlarsa mutlaka okusunlar. Özetle, Merkez Bankası Enflasyon Raporu’nun faizlerde alt sınır için önemli bilgiler getirmesini beklerken, politika faizinin inebileceği son nokta için beklentim olan % 6.25 üzerindeki aşağı yönlü riskleri güçlendirmesini de olası görüyorum. Böyle bir duruş sergilenirse, bu kez çıktı açığının daha olumsuza gitmesinden değil enflasyon eğiliminin beklenenden daha düşük seyretmesinden kaynaklanacaktır.

Bu bağlamda, hafta içinde Başkan ve bir Para Politikası Kurulu üyesinden gelen açıklamalar önemliydi. PPK’nın Banka dışı üyelerinden Abdullah Yavaş, ekonomideki yavaşlama uzun ve kalıcı olursa Banka’nın faizlerde aşağı gidiş için çok yeri olacağını söyledi. Ayrıca, çıktı açığı çok yüksek olacağından teorik olarak Banka’nın politika faizini mevcut enflasyon seviyesi olan % 5.3’ün altına çekebileceğini belirtti. TCMB’nin ekonomideki toparlanmanın yavaş ve kademeli gerçekleştiğini düşündüğü bilinmektedir. Ancak, önceki raporda çıktı açığı için çizilen senaryo (2009 yılında GSYH’ya oranla % 9’a yakın seyrederken, 2010 yılının ikinci yarısında belirgin toparlanmaya geçtiği, açığın tam olarak ise 2012 ikinci yarısında kapandığı) olabilecek en olumsuz alternatiflerden biri olduğundan, bu raporda üretim açığı senaryosunun kötüleştirilmesi yerine enflasyonda beklenenden olumlu gidişe vurgu yapılarak, daha düşük faiz seviyesinin savunulmaya çalışılacağını düşünüyorum. Zaten enflasyon gerçekleşmeleri ve TCMB enflasyon tahminleri incelendiğinde, son aylarda TÜFE’nin tahmin alt sınırının bile altında seyrettiğinin görülmesi bu düşünceyi desteklemiştir.

Merkez Bankası Başkanı Yılmaz ise Eskişehir Sanayi Odası’nda gerçekleştirdiği konuşmada, son PPK toplantısındaki söylemlerine benzer şekilde, ekonomide toparlanma olsa da, kırılganlıkların devam ettiğine vurgu yaptı. Ayrıca, IMF ile ilgili verdiği mesajların da önemli olduğunu düşünüyorum. Yılmaz’ın, artık Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durması gerektiğini söylemesi, Banka’nın IMF anlaşması olmasına yönelik beklentisinin azaldığına dair bir izlenim verdi. Hatırlarsanız önceki yazımda TL likiditesine ilişkin yeni önlemlerin (zorunlu karşılıklarda indirim) bana bunu düşündürdüğünü vurgulamıştım. Hatırlanacağı gibi, IMF-Dünya Bankası toplantılarının bitimini takiben IMF ile ilgili kararın verileceği belirtilmiş, daha sonrada 2010 yılı bütçesinin meclise sunulması öncesinde IMF’den cevap beklendiği gibi haberler gelmişti. Her ne kadar, bütçe tasarısı yasalaşana kadar yaklaşık 1 aylık bir süre daha olsa da, bu yönde bir niyet veya bir gelişme olduğuna dair bir işaret görünmüyor.

Bu arada, Yılmaz’ın dikkat çektiği ve kısa vadede önemli olabilecek bir diğer konu da, Ekim ayı enflasyonu ile ilgiliydi. Merkez Bankası kendi yaptığı çalışmaların, piyasada beklenilenin aksine Ekim ayında enflasyonun yüksek çıkacağına işaret ettiğini söyledi. Bu tipik bir beklenti yönetimi hamlesiydi. Zira, Merkez Bankası’nın Beklenti Anketi’nde Ekim ayı enflasyon tahminlerinin ortalaması % 1.1 idi. Beklentilerin düşük olması bu veri açıklamasının olumsuz bir süpriz yapma gücünü artıracaktı. Henüz Ekim ayı enflasyon tahminim kesinleşmedi ama, Ekim ayında sona eren vergi indirimlerinin ve elektrik zammının TÜFE’ye normal aylık artışının üzerinde toplam 0.9 puan ek artış getirebileceğini hesaplarken, enflasyonun yukarıda bahsettiğim piyasa beklentisinin belirgin şekilde üzerine çıkabileceğini düşünüyorum. Ancak, bu yüksek artışa karşın, geçen yılın yüksek baz etkisi nedeniyle, yıllık enflasyonda düşüşün devam edeceği görülüyor. Öyle ki, bu yıl Ekim ayında örneğin % 2.1 gibi bir aylık artış yaşansa da, yıllık TÜFE tarihi düşük seviyesi olan % 4.8’e gerilemektedir.

20 Ekim 2009 Salı

Merkez Bankası faizdeki dip noktayı tarif eder mi?...

Merkez Bankası’nın 27 Ekim Salı günü yayınlayacağı Enflasyon Raporu’nun, faizlerde aşağı gidişin ulaşacağı nokta açısından önemli olacağını düşünüyorum. Bilindiği gibi, bu kapsamlı raporun en kritik cümlesi, Orta Vadeli Görünüm bölümünde gelecek dönemin politika faizine ilişkin patikanın tarif edildiği satırlardır. Merkez Bankası gerçekleştirdiği tüm analizler sonrası, para politikasında nasıl bir duruşun enflasyon hedefine ulaşmada uygun olacağını, en azından bir sonraki rapora kadar geçerli olmak üzere, bu satırlarda anlatır. Baz senaryo olarak da adlandırılan bu bölüme ilaveten bu duruş üzerindeki riskler ve diğer para politikası seçenekleri de verilmektedir.

Temmuz sonunda yayınlanan raporda, söz konusu patika, “yakın dönemde politika faizlerinde bir miktar daha indirim gerçekleştirildiği ve sonrasında faizlerin 2010 yılı sonuna kadar sabit tutulduğu” şeklinde verilmişti. Merkez Bankası bu tarifine uymuş ve geçen üç ayda 50 baz puanlık indirimlerle yoluna devam etmiştir. Bu noktada, bir sonraki rapor 2010 yılı Ocak ayı sonlarında yayınlanacağından öncelikle bu aylar için tutumunu ortaya koyması beklenmektedir. Zira, önceki raporda da belirttiği faizlerin 2010 yılı sonuna kadar sabit tutulması ifadesini koruyacağı tahmin edilmektedir. Son Para Politikası Kurulu özetlerinde, gelecek toplantıda faiz indirimlerinde yavaşlamanın gündeme alınabileceği belirtildiğinden, bu raporda indirimlerin boyutuna ilişkin kullanılacak sözcük Kasım ayındaki indirim için kritik önemde olacaktır. Eğer “ölçülü” sözcüğü kullanılırsa, bu 50 baz puanlık indirimler için de kullanıldığından, çok net bir sinyal olmayacak ve TCMB’ye verilere bağlı karar vermesi için esneklik sağlayacaktır. Daha küçük bir indirimi ima eden bir sözcük kullanılması durumunda ise, beklentiler yola 25 baz puanlık indirimlerle devam edileceği şeklinde oluşacaktır. Bu cümledeki ikinci kritik sinyal ise, “yıl sonuna kadar” ifadesinin kullanılıp kullanılmayacağı olacaktır. Kullanılırsa, Kasım ve Aralık’taki indirimlerin son iki indirim olacağı düşünülecektir. Kullanılmazsa, en azından Ocak’ta da indirim olacağı, hatta “2010 yılı ilk ayları” gibi bir ifade kullanılırsa 2010 yılı ilk çeyreğinin tamamında indirim olacağı gibi bir beklenti oluşabilecektir. Veri bağımlığı artmış olduğundan Merkez Bankası’nın kendisine esneklik sağlayan ifadeler kullanmayı tercih edeceğini düşünüyorum. Ekonomik aktivitedeki yavaş ve kademeli toparlanma, son derece kırılgan bir şekilde devam ederken, Merkez Bankası’nın faiz artırımının akla bile getirilmesinden rahatsızlık duyacağını, bu doğrultuda ileriye yönelik söylemlerinde “faizlerin düşük seviyelerde uzun süre kalması” gibi vurguları kullanmayı tercih etmesini bekliyorum.

Değinmek istediğim son konu ise, zorunlu karşılık oranlarındaki indirimin ima ettiği ancak dikkatlerden kaçan bir değişiklik ki, bu kararın TCMB’nin likiditede B planına geçtiğini yansıttığını düşünüyorum. Hatırlarsak B planı, TL likiditesinde artış anlamına gelecek bir IMF anlaşması olmaması durumunda, düşünülen bir plandı. Merkez Bankası şimdiye kadar “anlaşma olmayacak” gibi bir sinyal vermemek için bu kararı geciktiriyordu. Bu planın gerekli olması durumunda son aşamaları ise, karşılık oranlarında bir yeni indirim ve niceliksel gevşeme olarak da bilinen bankalardan tahvil alımına gidilmesi olacaktır. Bu kararları tetikleyecek likidite açığı (Açık Piyasa İşlemlerinden Alacaklar) seviyesinin 20 mlr TL civarında olduğunu düşünürken, şimdilik bunun bir hayli uzağında olduğumuzu gözlüyorum.

16 Ekim 2009 Cuma

2010 yılı bütçesi üzerine ilk yazım...

Bilindiği gibi, 17 Ekim Cumartesi gününe kadar 2010 yılı bütçesinin TBMM’ye sunulması anayasal bir zorunluluktur. Son yıllarda üç yıllık bütçe projeksiyonlarını içeren Orta Vadeli Mali Plan’ın önceden açıklanması nedeniyle eski heyecanı yaratmıyor ama bu yıl söz konusu planları IMF'ye sunan ekonomi yönetiminin, IMF teknik heyetinin programla ilgili görüşlerini bu tarihe kadar beklediği yönündeki haberler bir bekleyiş de yaratmış olabilir. Ancak bütçe süreçlerini iyi bilenler büyüklükler üzerindeki değişiklik için son tarihin bu olmadığını, Plan ve Bütçe Komisyonu’nda da bütçe tasarısı üzerindeki görüşmeler sırasında istenen değişikliklerin yapılabileceğinin herhalde farkındadırlar. Mesela geçen yıl görüşmeler 23 Ekim’de başlamış ve yaklaşık bir ay kadar sürmüştü. Dolayısı ile, 17 Ekim’e kadar IMF ile anlaşma konusunda bir gelişme olmasa bile, taraflar aksi yönde net bir açıklama yapmadıkça, bu konudaki beklenti sonraki günlerde ayakta tutulmaya çalışılabilir.

Bu tespitleri yaptıktan sonra, hafta içinde açıklanan Eylül ayı bütçe gerçekleşmeleri ışığında mevcut gidişatı değerlendirip, 2010 yılı beklentilerini ele alacağım. Eylül’de faiz dışı denge 4.48 mlr TL ve bütçe dengesi 9.48 mlr TL açık ile geçen yılın aynı ayına benzer sonuçlar vermiş, böylece ilk bakışta aylardır devam eden bütçe dengelerindeki bozulma eğiliminin durduğu gibi bir görüntü vermiştir. Ancak, daha önce açıklanan nakit bütçe gerçekleşmelerinden bildiğimiz üzere Eylül’de GAP yatırımlarında kullanılmak üzere 1 mlr TL bütçeye gelir olarak yazıldığından, bu tür kalemleri hariç tutan program tanımlı veriler, önceki aylara göre daha sınırlı da olsa, bozulmanın devam ettiğini yansıtmıştır. Hesaplarıma göre, GSYH’ya oranla son 12 aylık faiz dışı açık % 1’den % 1.1’e, bütçe açığı ise % 6.1’den % 6.2’ye yükselmiştir. Zaten, OVP’de yer alan tahminler yıl sonunda bu değerlerin sırası ile % 2.2 ve % 6.6’ya çıkacağı yönündedir. Bozulma eğiliminin hız kesip kesmediği takip eden aylarda daha net olarak anlaşılabilecekken, böyle bir eğilimin oluşumu 2010 yılı hedefleri (özellikle gelirlerdeki toparlanmaya güvenildiğinden) açısından kritik önemde olacaktır.

Eğer bir son dakika değişikliği olmazsa, 2010 yılı bütçe büyüklüğü önceki yıla göre % 7.5 artışla 286.8 mlr TL olarak 17 Ekim’de meclise sunulacaktır. En zorlu hedef ise, 2009 yılında 62.8 mlr TL’ye ulaşacağı tahmin edilen bütçe açığını 50 mlr TL civarına indirmek olacaktır. Bütçe açığında GSYH’ya oranla beklenen 1.7 puanlık iyileşmenin 1.5 puanının vergi gelirlerinde öngörülen toparlanmadan kaynaklanması beklenmektedir. Bu yıl rekor düzeye (GSYH’nın % 22.3’ü) fırlayan faiz dışı harcamaların ise aynı düzeyde kalması planlanmaktadır. Bu yıl bütçe eğilimleri açısından iki alandaki belirsizliklerin ne şekilde seyredeceği önemli olacaktır. Birincisi, dolaylı vergiler açısından belirleyici olan, ekonomik aktivitede şimdilik yavaş ve kademeli gerçekleştiği gözlenen toparlanma eğiliminin, olası seyri olurken, ikincisi de IMF ile bir stand-by anlaşması yapılıp yapılmayacağı olacaktır. Bir anlaşma durumu, ne kadar esnek olursa olsun, mevcut duruma göre mali disiplinde kalıcı iyileşme vaadettiğinden olumlu görünürken, OVP ile yola devam durumu bu konudaki kaanatin uygulamaya bağlı şekillenmesini getirecektir. Bu bağlamda, OVP’de çizilen mali çerçevenin içinin dolmaya başlayıp başlamayacağının ilk işaretlerinin 2010 yılı bütçe tasarısının gerekçelerinden okunmaya başlanması gerekli görünmektedir.

13 Ekim 2009 Salı

Türkiye-IMF ilişkisi: Ben lafımı ortaya koydum, beğenen alır...

IMF ile anlaşma yapılacağını bu yıl altıncı kez satın alan piyasalar, şimdi 2010 yılı bütçesinin TBMM’ye sunulacağı 17 Ekim’e kadar heyecanlı ve ümitli bir bekleyişe girecekler. Zira, son haberler Orta Vadeli Program (OVP) ve Mali Plan'ı IMF'ye sunan ekonomi yönetiminin, IMF teknik heyetinin programla ilgili görüşlerini bu tarihe kadar beklediği yönünde. Aynı habere göre, IMF teknik heyeti, Türkiye'nin önüne yeni talepler koyarsa, IMF'siz program uygulamaya konulacak. Eğer IMF, programı onaylar ve bazı ufak değişiklikler talep ederse, programa ince ayar yapılarak IMF'li program hayata geçirilecekmiş. Dolayısı ile, bu konuda belirsizliğin sürdüğü, alınabilecek sonuç konusunda iyimserlik korunsa da temkinli olunması gerektiği anlaşılıyor. Ben de önceki yazımda, bunu vurgulamış, IMF ile mutabakatın hangi büyüklükler üzerinden sağlanacağının çok önemli olacağını belirtmiştim. Eğer mutabakat, OVP üzerinden sağlanacak ise, özellikle buradaki mali hedefler stand-by için de geçerli olacak ve borçlanma baskısını azaltmada gerekli olacak mali düzeltme için kademeli ve yavaş bir patika çizildiğinden, IMF’den gelecek kaynağın boyutu (yüksek olması) daha önem kazanacaktı. Yok eğer stand-by OVP hedefleri revize edilerek yapılacaksa, zaten daha fazla mali tedbir alınacağından borçlanmayı azaltmak için gerekli kaynak daha sınırlı olacaktı.

Eğer önceki yazılarımda mali disiplin anlamında gevşek bulduğumu belirttiğim OVP’ye yakın bir çerçeve IMF tarafından kabul edilirse, IMF’nin kriz sırasındaki yeniden yapılanmasının, esnek politika yaklaşımı, detaylara daha az önem veren makro bakış, daha odaklanmış koşulsallık ve ülkelerin global olarak göreceli durumunu öne çıkarma gibi kavramlar üzerinden ne denli büyük dönüşüm geçirdiği ortaya çıkacaktır. Ne demek istediğimi, açmaya çalışayım. OVP’deki mali çerçeveyi, uzun vadede ekonomiye güveni tesis etmek için yeterli bulmasak da, buradaki temel eğilimlerin Dünya’da beklenen gelişmelerden çok da kopuk olmadığı izlenmektedir. IMF’nin son çalışması kriz sırasında IMF ile program yapan ülkelerin ortalama olarak bütçe açıklarının 2009 yılında % 5 civarına, kamu borcunun ise GSYH’ya oranla % 40 civarına çıktıktan sonra, 2010’da da bütçe açıklarının yine yüksek seviyede seyretmeye devam ettiğini, borçluluk oranlarının ise yavaş da olsa artmaya devam ettiğini yansıtmaktadır. Sonraki yıllarda ise bütçede kademeli bir düzelme eğilimi oluşmakta, borçluluk oranlarının aşağı çekilmesinde ise o kadar acele edilmemektedir. OVP’de, IMF ile program yapan ülkelerin ortalamasına göre biraz daha gevşek bir mali çerçeve öngörülmekte, ancak temel eğilim olarak benzer yaklaşımlar olduğu izlenmektedir. 2009 yılında merkezi yönetim bütçe açığının GSYH’ya oranı, IMF ile program yapan ülkelerin ortalamasından daha yüksek olan % 6.6’ya çıktıktan sonra, 2010 yılında % 4.9’a sadece sınırlı miktarda gerilemektedir. Sonraki yıllarda ise sırasıyla % 4.0 ve % 3.2 ile daha kayda değer düşüşler göstermektedir. Bu doğrultuda borç stokunun GSYH’ya oranı 2009’da % 47.3’e, sonraki sene ise % 49.0’a çıkmakta, izleyen yıllarda ise çok sınırlı düşüş göstermektedir. Eğer IMF gerçekten de OVP’yi bu şekliyle kabul edilebilir buluyorsa, son G20 toplantısı sonuçları ile uyumlu olarak mali gevşemeye daha ılımlı yaklaşması da bu sonuçta etkili olmuştur denebilir.

9 Ekim 2009 Cuma

IMF’den gelecek para nereye gidecek?...

Tam IMF anlaşmasına yönelik ümitler tükenmek üzereyken, bu konudaki en yetkili kişi olan Başbakan Sn. Erdoğan’ın açıklamaları bir anda havayı değiştiriverdi. Bu değişimde anlaşmayı geciktiren unsurlardan birinde (vergi idaresi özerkliği) daha uzlaşma sağlandığının ve IMF-Dünya Bankası toplantıları biter bitmez bu görüşmeleri bir sonuca bağlamayı istediklerinin belirtilmesi etkili oldu. Bunun öncesinde, anlaşma geciktikçe yasal süresi 2011 yaz ayları olan genel seçim tarihi üzerinde spekülasyonların artmaya başladığını izlemiştik. Kimilerine göre, hükümet mali alanda manevra alanını daraltmamak için bir stand-by anlaşmasını kabul etmeyecek ve genel seçimleri erkene (2010 yılı bahar ayları) alacaktı. Kimileri ise, stand-by süresini kısa tutarak seçimlere normal zamanında ekonomik olarak daha güçlü bir şekilde girilmesinin planlandığını iddia etti. Elbette, bir IMF misyonu Türkiye’ye çağrılmadan görüşmelerin sonuçlandırılması anlamında ihtiyatlı olunmalıdır ama, son açıklamaların önümüzdeki günlerde anlaşma ihtimalini artırdığı söylenebilir.

Önümüzdeki dönemde baz olabilecek senaryoların ne şekilde çizileceğinin ise, olası anlaşmanın iki önemli niteliğine bağlı olacağını düşünüyorum. Birincisi; IMF ile mutabakatın hangi büyüklükler üzerinden sağlanacağıdır.
İkincisi ise; programın vadesi ve sağlayacağı kredinin boyutunun ne olacağıdır.


Eğer mutabakat, hükümetin Orta Vadeli Programı (OVP) üzerinden sağlanmış ise, özellikle buradaki mali hedefler stand-by için de geçerli olacak ve borçlanma baskısını azaltmada gerekli olacak mali düzeltme için kademeli ve yavaş bir patika çizildiğinden, IMF’den gelecek kaynağın boyutu daha önem kazanacaktır. Yok eğer stand-by OVP hedefleri revize edilerek yapılacaksa, zaten daha fazla mali tedbir alınacağından borçlanmayı azaltmak için gerekli kaynak daha sınırlı olacaktır. Şu anda program hedefleri ve kredi desteğinin boyutu netleşmeden borç çevirme oranları için ortaya net senaryolar dökmek istemiyorum. Sadece, Ocak-Ekim döneminde % 104’e ulaşan bu oranın IMF’den makul boyutta bir kredi desteği sağlanması veya sağlanmaması durumunda 2010 yılında ne noktalarda olacağını göstermek yeterli olacaktır diye düşünüyorum.

Kredi olmadığı durumda, gelecek yıl özelleştirmeden aktarılacak fon 10.4 mlr TL gibi iddialı bir seviyede varsayılmasına rağmen OVP varsayımlarıyla borç çevirme oranı % 100 seviyesinde oluşmaktadır. Diğer alternatifte ise, IMF’de artırılan kotamızın 10 katı bir kredi desteğini 3 yıllık bir dönem için sağladığımız ancak bunun bir kısmını önceki anlaşmalardan olan borcumuzu ödemede (5 mlr dolar) kullandığımızı varsaydım. Yaklaşık 20 mlr dolarlık kredi imkanı bu durumda net 15 mlr dolara düşerken, kullanımın 2009-2011 dönemine sırası ile 6 mlr dolar, 6 mlr dolar ve 3 mlr dolar olarak dağılacağını kabul ettim. Basında yer aldığı gibi 45 mlr dolarlık bir kredi varsayımının, ortada bir ödemeler dengesi krizi veya rezerv desteği ihtiyacı olmadığı, gelecek kaynağın tamamen Hazine’ye yönlendirilerek borçlanma ihtiyacını azaltmada kullanılacağı ve çok agresif içerikli bir program beklememem gibi nedenlerle, bana gerçekçi gelmediğini belirtmeliyim. Bu durumda, borç çevirme oranı 2010’da % 93’e, 2011’de ise % 87’ye gerilemekte, ancak son beş yıl ortalaması olan % 80’in üzerinde kalmaktadır.

6 Ekim 2009 Salı

Merkez’de indirim sezonu devam ediyor...

“Faizlerdeki düşüş hiç bitmeyecek gibi” başlıklı önceki yazımda, faizlerde aşağı yönlü riski artıran gelişmelere değinmiş, özellikle Merkez Bankası’nın mevcut toparlanmayı nasıl değerlendirdiğinin önemli olacağını vurgulamıştım. Gerek Banka tarafından yapılan son değerlendirmeler ve gerekse Eylül enflasyonu görünümü bu düşüncemi desteklemiştir. Öncelikle, enflasyonun aleyhteki baz etkisine (2008 Eylül ayında TÜFE enflasyonundaki mevsimsel düzeltilmiş aylık artış % 0.2 ile 2008 ortalaması olan % 0.8’in belirgin olarak altındaydı) rağmen yıllık enflasyonun yükselmemesini olumlu bir gelişme olarak görük. Bu görünümde gıda gibi dışsal kalemlerden çok giyim gibi tüketim talebine hassas alanların etkili olması ve çekirdek fiyat göstergelerindeki düşüşün sürmesi, temel enflasyon dinamiklerinin beklenenden biraz daha iyi bir görünüm sergilediğine işaret etmektedir.

Ekonomik aktivitedeki toparlanma için çizilebilecek tablo ise şu şekildedir;
Genel olarak IMF raporlarında dünya için çizilen toparlanma senaryosu, ağır, kredi kısıtlı ve bir süre için istihdam yaratmayan bir büyüme niteliklerini taşımaktadır. Küresel büyüme tahminleri 2010’da % 3 ve 2011-2014 ortalamasında % 4 ile önceki yıllar dünya büyüme ortalamasının altında kalarak, ülkelerin bir süre daha potansiyelinin altında büyüme gösterebileceğini yansıtmaktadır. Toparlanmanın daha güncel olarak nasıl seyrettiği konusundaki değerlendirmeyi ise, favori öncü göstergelerimin başında gelen Satınalma Yöneticileri Endeksleri (PMI) üzerinden yapabilirim. Buna göre, Eylül ayında PMI endeksinin gelişmiş ve gelişmekte olan bir çok ülkede genişleme ve daralma dönemlerini ayıran 50 seviyesinin üzerinde kalmayı sürdürdüğü, ancak krizden çıkışın ilk aylarında görülen senkronize güçlü aylık yükselişlerin yerini daha sınırlı yükseliş veya sınırlı düşüşlerin aynı anda gözlendiği, yani toparlanmanın hız kestiği gibi bir görünüme bıraktığını izliyorum. ABD önceki aya göre düşüşe rağmen 52.6 ve Japonya 54.5 ile 50’nin belirgin üzerindeki yerlerini korurken, Euro Bölgesi ve İngiltere 50’nin hafif altında konumlanmış durumda. Gelişmekte olan ülkelerde ise, Çin (54.3), Hindistan (55.0) ve Rusya (52.0) ile imalat sektörlerinde büyümenin sürdüğünü yansıtmıştır. Türkiye PMI endeksi ise iki aydır gerilemesine rağmen 53.3 ile ılımlı bir toparlanmanın yaşandığını göstermiştir. Sonuç olarak, toparlanmanın yavaş ve kademeli devam ettiği bir senaryo halen mevcut görünümü en iyi yansıtan senaryo gibi durmaktadır.

Son Para Politikası Kurulu toplantı tutanaklarında Merkez Bankası, bir yandan küresel risk iştahındaki artış ve Türkiye’nin risk priminde ek iyileşme olması durumunda faiz indirimlerinin önceden öngörülene kıyasla daha uzun sürmesi ihtimali üzerinde durmuş, bir yandan da toparlanmanın gücüne bağlı olarak faiz indirimlerinin hızının yavaşlatılabileceği yönünde sinyal vermişti. Yukarıda aktardığımız gelişmelerin, faiz indirimlerine en azından Ekim ayı için önceki hızında devam edilmesi yönünde destek verdiğini düşünüyorum. Gösterge bono faizinin % 8’in hafif altına inmesi, Ekim’de 50 baz puan indirime gidilmesi sonraki aylarda da indirime devam edilmesi beklentisinin satın alındığını yansıtmaktadır.